21 Aralık 2012 Cuma

TEKNOLOJİ BENİ MUTLU EDİYOR, YA SİZİ?



         Hani herkesin ağzında son zamanlara ait nostaljik bir laf vardır. 70.li yıllar. O yıllar şöyle mutluyduk, böyle mutluyduk diye.  Kişisel mutluluklar, aile ilişkileri için yani maneviyatta bu söze hak veriyorum. Gayet mutluyduk bizlerde ailelerimizle. Ama iş teknoloji boyutuna gelince aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Teknoloji, insanın bilimi kullanarak doğaya üstünlük kurmak için tasarladığı bir düzendir. İnsan bu düzen içinde imkânlarını kendi lehine çevirerek mutlu olmayı sağlayabilir. Nasıl mı?

         Bir an gözlerimi kapatıyorum, Teknolojinin geçiş döneminde yetişen biri olarak bunları düşünürken hayal âlemine dalmışım. Ve çocukluk yıllarıma dönmüşüm. 

Okuldan yürüyerek eve geliyorum. Yaşadığım zamanda olsa,  istersem servise binebilirim. İstersem toplu taşıma araçlarıyla gelebilirim. Ailem ihtiyaçlarımı karşılayabilir. Ama annemin dediği gibi servise binmek bu devirde lüksmüş onun için yürüyerek gelmeliymişim. Neyse bu şartları da kabul ederek eve yürüyerek geliyorum.

         Annem elimi yüzümü yıkamam için beni ilerdeki mahalle çeşmesine bidonla su almaya gönderiyor. Okul çantamı bırakarak su doldurmaya gidiyorum.  Annem kazanla su ısıtıyor ve ben banyo yapıyorum. O arada derslerimi yapmak istiyorum, ama evde ki mum ışığı bazen yetersiz kalıyor.

         Annem ne yapıyor diye sesleneceğim ama annemin beni göresi yoktu. Çünkü kazanda ısıttığı su ile kirlenen çamaşırlarımızı yıkıyordu,  o bitince de tepeleme bulaşıkları yıkayıp akşam yemeğini hazırlayacaktı. 

         Onu görmek için randevu bile alamazdım. Çünkü annem çok yoğundu.. Babam ise işten yorgun argın gelmiş, yemeğini yedikten sonra uyuyakalmıştı. Tabii tek başına bu evin yükünü çeviriyordu. Bazen onunla ülkenin sorunlarını konuşmak istiyordum. Ama ne başbakanı, ne cumhurbaşkanını görmüşlüğüm vardı. Bazen eve giren gazeteden okuyabiliyordum ülkede ne olup, ne bittiğini.  Bazen radyo denen bir aletle eve ses geliyordu.. Çok monoton, rutin bir yaşamdı bizimkisi. Sobaya kömür taşımakta cabasıydı. Çoğu zaman eve gelince ev soğuk oluyordu. Çünkü nedense bacamız tütüyordu. Annemde o kadar temizlemişti oysa... Elleri nasır içindeydi.  Kömür tozu hem ellerine, hem perdelerine sindi diye söylenirdi hep.

         Memleketteki halamızla, teyzemizle mektupla haberleşirdik, seslerini hiç bilmeksizin. Anneme hep sorardım, “muz çok mu pahalı anne neden 1 tane bile alamıyoruz” diye, madlen çikolata hep karşımızda oturan zengin komşumuzda olurdu bayramları.  Of ne zorlu bir yaşam derken silkiniverdim birden..

         Neyse ki teknoloji çağının geçişlerini gören bir nesil olmuşuz ve 2000’li yıllardayız.

Bu yazıyı yazarken çamaşırlarımı makineye atmış, bulaşıklarda ona keza makinede yıkanıyor.  Aynı anda televizyondan başbakanının konuşmalarını dinleyebilir, yorumda bulunabiliyorum. Çalışan biri olarak evime katkıda bulunuyor daha rahat bir geçim sağlıyorum. Soba, kömür o da ne demek, dünyanın bir ucundan gelen doğalgazla evim sımsıcacık. Memleketimizdeki halamızla, teyzemizle neredeyse her akşam  görüntülü konuşabiliyorum.Her gün gördüğüm içinde yaşlanmış ve yıpranmış gelmiyor; onların sesini özlemiyorum. Muz, çikolata deseniz her şey o kadar alınabilecek düzeyde.. Param yoksa bile marketten çocuklarıma istediğim kiloda, üstelik 1 tane bile alabiliyorum.. Ben kendi adıma diyorum ki, iyi ki o devirlerde yaşamamışım. Seviyorum bu teknolojinin nimetlerini, bilgisayarı, ulaşımın kolaylığını.

Bu kısa hayalden sonra, teknolojinin nimetlerini şöyle daha da açabiliriz.

         Bir ülkenin gelişmesini gösteren en önemli şey,   sanayinin gelişmesidir. Sanayisi gelişen ülke geri kalmışlıktan kurtulmuş demektir.

         Çocuklarımız rahat arabalarla okullarına giderek, sıcak sınıflarda dersler yaparak bu nimetlerin yok olduğu zamanı bilemiyorlar.

         Kömürle ısınan bir derslikte ders yapmak, ya da soğuk bir sınıfa girmek onları mutlu edecek mi? Bir gün için yanmayan kaloriferle söylenen veliler, çocuklarının içinde bulunduğu nimetlerin  tadına varmak için onu yok mu sayacak.  Gazetelerden takip ettiğimiz üzere, doğuda sobayı yakmaya çalışırken yanan bir öğretmenin haberi teknoloji içinde bulunan bizleri hiç mi üzmüyor? Yoksa teknolojiyi bir kenara iterek ilkel metotlarla kendimize işkence etmek, sobalı dersliklerde ders yapmak bizi daha mı mutlu edecek?

         Elimizde adeta bütünleşen cep telefonlarının varlığı sizi mutsuz mu ediyor? Ailelerinizle hemen haberleşmek, elinizdeki küçük aletlerle yüzlerce fotoğraf çekmek, kamera çekmek, müzik dinlemek ve fotoğraflarınızı anında bilgisayara yüklemek yani kısaca kişisel tüm ihtiyaçlarınızı bu küçük aletle karşılamak sizi mutsuz mu ediyor? O zaman cep telefonlarımızı hemen çöpe atalım. Ya da daha insaflı davranayım, artık en eski model cep telefonuyla yetinelim, niye yıllar geçtikçe telefonlarımız eskidi, fotoğraf çekemiyoruz diye yakınarak yeni model alıyoruz. Teknoloji sizi mutsuz ediyorsa ilk önce cep telefonlarımızı bırakmakla başlayalım işe. 

          Yarışmalarda süreyi tespit ettiğimiz kronometre yerine, içimizden 100’e kadar sayarak zamanı tespit edelim,

         Teknolojiyi savunan bir kişi olarak, yazılarımın konusu hakkında bazı bilgiler için,  bilgi kaynağı internet ortamından yararlandım, düşüncelerimi Word’de kâğıda döktüm ve yazıcıdan çıktı aldım. Siz teknolojiden mutsuz iseniz, çocuklarınızın ödevleri için, kütüphanelere gidip ansiklopedilerden konuları araştırın ve sayfalarca yazıyı elinizde not alın. Eminim bu sizin uzun zamanınızı alacaktır.

         OKS ve ÖSS sınavlarına girdi çocuklarımız. Sonuçlar teknolojinin çabukluğu sayesinde elimize ulaştı. Elle hesaplama yönteminde bu kadar emin duygular yaşayabilecek miydik?  Ve bu kadar kısa bir sürede sonuç alabilecek miydik?

         Teknoloji hayatı tanıma sanatıdır bence. İnternetle tüm dünya ve ülkemizdeki gelişmeleri izliyoruz. Yani bilgi kaynağına ulaşabiliyoruz. Hayatı tanıyoruz, dünyayı elimizin altından keşfediyoruz. Gitmek istediğimiz yerleri önceden inceleyerek, daha bilgili bir gezi sağlayabiliyoruz.

         Birde teknolojinin manevi yönüyle ele alırsak, en uzaktaki akrabalarımızla, memleketteki halamızla, yurtdışındaki teyzemizle hiç özlemeden, evimizden, her gece istediğimiz saatte ve istediğimiz kadar görüntülü ve sesli görüşebiliyor. Özlem giderebiliyoruz.

         Yıllar önce mektupla yılda bir kere haber aldığımız, telefonda bile sesini duyamadığımız yakınlarımızla, bırakın görüşmeyi, her gece evde ne pişirdi, çocukları nasıl, yarın nereye gidecek hepsini hemen öğreniyoruz. Maneviyatta tüm yakınlarımızla ilişkimizi sıcak tutuyoruz. Onlara Türkiye’den ve memleketlerinden güzel haberleri anında verebiliyoruz.

Yine çocuklar muz istediğinde, eskiden pahalı olduğu için alınamayan bu meyveyi, şimdilerde paramız yoksa bile marketlerde dijital tartılar sayesinde 1 tane bile tarttırabiliyor ve çocuğumuz mutlu edebiliyoruz.

Ormanlar yok oluyor teknolojiyle diyenlere, yok olan ormanların yerine belki en kısa zamanda ağaçlandırabiliyor, çıkan orman yangınlarını da teknolojik aletlerle anında söndürebiliyoruz.

17 ağustos 1999 yılında deprem yaşayan ülkemiz 7,4 şiddetinde bir depremde büyük kayıplar verirken,  98 aktif fay üzerine kurulmuş Japonya’nın başkenti Tokyo’da 10 katlı binalar bile teknoloji sayesinde neredeyse depremi hissetmiyor ve daha yüksek şiddetteki depremlerde bile can kaybı vermiyor olması teknolojinin önemini sizce de daha da iyi vurgulamıyor mu?

         Hastalıklarda yaşanan teknolojik gelişmelerle kansız ameliyatlar başarabiliyor, ilerlemeden tüm hastalıklara önlem alabiliyoruz. Eskiden ölüme sebep olan ufak hastalıklar şimdilerde teknolojinin tespitleriyle başlamadan bitirilebiliyor. Anne karnında bebeklerin doğmadan tüm taramaları yapılarak daha sağlıklı bir nesil yetiştiriliyor.

Teknolojik gelişmeleri, insan hayatındaki manevi yönünden böyle değerlendirirken, sorarım size...

§  Bir kadının çamaşırlarını elle yıkamak mı, yoksa son model bir makine de 20 dakikada yıkamak mı mutlu eder.
§  Televizyonunun yaşamımıza girmesiyle dünyayla daha içli dışlı olmamız mı, yoksa her şeyden bir haber olmamız mı insanları mutlu eder,
§  Isınmak için odun-kömür taşıyarak soba yakmak mı, yoksa doğalgaz gibi eve geldiğimizde bizi sıcacık bir ortam mı daha mutlu daha mutlu eder,
§  Yakınlarımızla senede bir sadece mektupla haberleşmek mi, yoksa her akşam bilgisayar dünyasından görüntülü ve sesli haberleşmek mi daha mutlu eder,
§  Eskiden güvercinlerle haber gönderirken, şimdi telefon ve bilgisayar aracılığıyla saniyede haberleşmek mi sizi daha mutlu eder,
§  Evden ayrılan yakınlarınızın nerede olduğunu merakla evde beklemeniz mi, yoksa hemen cep telefonundan bilgi alarak rahatlamanız mı sizi mutlu eder,
§  Develer ve atlarla günler alan yolculuklar mı, otobüslerle gidilen yolculuklar mı, yoksa uçakla 1 saatinizi alan yolculuklar mı sizi daha mutlu eder,

        
Yaşasın teknoloji, yaşasın nezih yaşam diyorum. Ama nostaljiyi sevenler!

         Sizi unutmadım. Köşemde sizlere “Kuş Hatıraları” adlı şiiri sunuyorum. Şiiri de okuyunca o yılları da özlemle değil, hoş bir duyguyla anıyorum ve diyorum ki  “Yaşamın Yaşamaya değer olduğunu ve isterseniz mutlu olabileceğinizi öğrenin”. Bu size yeter. 
Kalın sağlıcakla...  
KUŞ HATIRALARI

Benim çocukluğumda soframıza kuşlar konar
rüyalarımıza melekler uğrardı.
Kapımızdan yoğurtçu
bahçemizden ishakkuşu
kalbimizden yeni çıkan şarkılar geçerdi.

Kışın bir sobamız olurdu
sobanın yanında kedimiz
kedinin önünde yün yumağı
bir Hayat Bilgisi fotoğrafı gibiydik.

Yerli malı kullanan
yurdun üç tarafı denizlerle çevrili
kuruüzüm incir fındık
tütün çay narenciye kavun-karpuz yetiştiren
kuru üzüm ve inciri satan
karşılığında 
çamaşır makinesi radyo ve otomobil alan
bir toprağın fertleri...
Biraz yoksul biraz mütevekkil
biraz mahcup biraz kırılgan
biraz naif ama hep umutlu...

Özlerdik.
Memleketteki halamızı
ince doğranmış bir dilim pastırmayı
yurttan sesler korosunu
akşam komşuluklarını
radyo tiyatrolarını 
sabah ezanını
kalaycıyı bozacıyı
münir nureddin şarkılarını
orhan boran yarışmalarını
kandil gecelerini duvar sarmaşıklarını
bakkalımızın utana sıkıla veresiye hatırlatmalarını
okul önü koz helvalarını
akşam oturmalarını
ve hayatı...

Top oynardık
ip atlar kedi kovalar
taşlarla birbirimizin başını yarar
mahalle savaşları çıkarır
gece olunca da tutar babalarımızın elinden 
yazlık sinemalara gider
Sadri Alışık Vahi Öz
Belgin Doruk Cüneyt Arkın seyreder
Olimpos gazozları içer
güler eğlenir bağırır çağırır
dönerken yıldızları sayardık.
Biz sıkı çocuklardık.

Hepimizin birer yıldızı vardı
onlara isim takardık
onlar da bize isim takardı
pus ve dumandan önce bu şehrin 
geceleri gökırpan ve isimleri takılan yıldızları
vardı.

Benim yıldızıma Mehlika adını vermiştik
biz kimseden yana değildik.

Kimsenin de kendinden yana olmasını istediği birileri 
olmazdı
Bir değirmendeydik
öğütülen 
öğütülürken türküler söyleyen
buğday başaklarına benziyorduk.
Ben
çorbalardan tarhanayı 
yemeklerden kurufasulyayı 
sigaralardan Harmanı 
belki bunun için çok sevdim.

Yollar bozuk musluklar bozuk
ziller bozuk paralar bozuk
ama adamlar sağlam idi.

Bu şehrin yıldızları vardı.
Saçlarına kurdelalar takan
çivitle yıkanmaktan aşınmış beyaz çoraplarına 
leke bulaşmasın diye su birikintilerinden sakınan
gözleri önünde
yürekleri ve beslenme çantaları ellerinde
küçük çocukları vardı bu şehrin
bu şehrin yıldızları vardı.

Ben Fenerbahçeyi amcam Vefayı tutardı.
Konya tahıl ambarı Mersin muz cennetiydi.
Taksimden Fatihe troleybüs kalkar
Şişhanede mutlak raydan çıkardı.
Vallahi hayat zor ve fakat çok matraktı.

Muammer Karacan’nın adına bir tiyatro binası yoktu
bizzat kendisi vardı.

Başımız ağrırdı komşumuz vardı
gönlümüz daralırdı komşumuz vardı
Çorbamızı umutlarımızı 
memleket kadar kalbimiz paylaştığımız komşularımız 
vardı.

Geceleri bekçimiz
gündüzleri sütçümüz
bizim kadar zayıf da olsa
nohuta ve makarnaya alışmış da olsa
Sarman adında bir kedimiz
ceplerimizde kırık misketlerimiz
çamur bulaşığı ellerimiz
ve gülümseyen bir yüzümüz
kimseye göstermekten utanmayacağımız bir içimiz
biraraya gelerek çektirebileceğimiz 
bir aile fotoğrafımız vardı.

Bir sabah bütün iyi şeylerin 
Ayvansaray iskelesinden
hayal ülkesine doğru demir alan
bir şirket-i hayriyye vapuru gibi
aramızdan ayrıldığını gördük
Sonra Ayvansaray’ın sularının çekildiğini yazdı 
gazeteler.
Süheyla hanımın Raci beyin 
Melahat mehveş ablanın 
Niko’nun Ercüment efendinin çekildiğini ise
yazmadılar nedense.
Ama yok ama yoklar.

Ne Harman sigarası kaldı geriye
ne Olimpus gazozu
ne Sadri Alışık.

Kalan bir tortuydu belki.

Belki kırık bir rüya denizi 
belki suya düşürdüğümüz suretimizin
cep aynamıza nüktedan bir yansımaydı herşey.
Herşey Maltepe sigarasının 
hep arandığında 
her bakkalda bulunabilmesi ile
büyüsünü kaybetmişdi belki de .
belki de biz bir rüya mı görmüştük?

Hadi hepsi yalandı.
Hadi hepsi hayaldi.
Hadi hepsini ben uydurmuştum.
Ama rüyalarımızın melekleri 
ve soframızın daim konukları kuşlar?
Ya onlar?
Onları siz de görmediniz mi?
Sizin de sofranıza konup
rüyalarınıza uğramadılar mı?
Onlar da mı yalandı?  

İbrahim SADRİ

8 yorum:

  1. Çok teşekkürler. Çok güzel yazmışsınız. Ben de katılıyorum düşüncelerinize

    YanıtlaSil
  2. Münazara konum teknoloji insanları mutsuz eder karşı grup umarım bu yazıları okumaz

    YanıtlaSil
  3. Efsane bir deneme yazısı olmuş, çok teşekkürler

    YanıtlaSil
  4. Çok beğendim çok teşekkür ederim 🤗🤗

    YanıtlaSil
  5. Çok boş bir yazı. Daha ne dediğinizi bilememişsinz. Münazara konum mutsuz eder karşı grup umarım bunu okur bende çatır çatır gömerim. İyi akşamlar saygılar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İçimden geçenleri yazdım. Edebiyatçı kimliğimle değil, hayatımı bir yere kayıt etme amacım olan bloğumla.. Münazara konusunu bana gönderirseniz, severek bloğum da yayınlayabilirim. Karşı görüş benim için her zaman önemlidir. Önemli olan okuyup, karşı görüşünüz olabilmesi . Her zaman beğeni benim için önemlidir, fikrimin hangisi karşı tarafa nasıl geçiyor odur benim için önemli olan. Teşekkürlerimle...

      Sil

Yorumunuz için çok teşekkür ederim.