BU YAZI GERÇEK BİR ÖYKÜDÜR.
50 YAŞINDA EVLENEN TEYZEMİN
GERÇEK DUYGULARIDIR.
Aşkın; insan yaşamına, sadece 18-25 yaş arasında yerleştiğini sanırdım bu güne değin. Ta ki; pembe tayyör, tüllü şapka ve hoş bir makyajla 65 yaşında ihtiyar delikanlının kollarında. nikah salonuna giren 50 yaşındaki teyzemin hikayesini dinleyene kadar.
50 yaşına kadar tek yaşamış olan bir kişinin aşkının da, iki kişinin arasında geçmesine rağmen, sadece kendi kendine tek başına yaşadığını, eşinin ölümünden sonra gerçeklerle karşılaşmasını, onun ağzından dinledim. Eşinin ölümünden bir ay sonraydı karşılaşmam. Nikahtaki o hoş halinden eser kalmamış, bu güne kadar "yaşını göstermiyorsun, genç kız gibisin" diye takıldığımız teyzemin, yaşından 10 kat daha yaşlı gösterdiğine şahit oldum. Başladı anlatmaya...
50 yaşındaydım. Zaman akıp gittikçe beyaz gelinlik hayallerim, yerini yavaş yavaş pembe tayyöre bırakmıştı. Kardeşlerimin evlenmesi, beni iyice yanlızlığa itmişti. Onlar da bir aile olmuştu. Beni her yere çanta gibi götürmeleri artık beni rahatsız ediyordu. Aileleri belki benden sıkılabilirlerdi... Onları da anlayarak evlenme fikrine sıcak bakmaya başladım.
Evlenmek için evlenmem diyordum, ama artık bu sözlerimi tutmayacaktım. Gurur ve mağrur görüşüme rağmen; mantık evliliğinden oldum olası hoşlanmamıştım. Evlilikte insanın birbirine ısınmasını ve aşık olarak evlenmesini, yüreğinin pır pır etmesini istemiştim bu güne kadar.
Ama bu duygularımı kalbimin bir köşesine koyup, bana sunulan ilk evlilik teklifini kabul etmeye karar verdim. 65 yaşında bir bey hiç evlenmemiş bir bayan arıyordu, hemen kabul ettim. 50 yaşında olmama rağmen genç görünüyordum. 65 yaşında nasıl biri diye düşünmedim bile. İşte her zaman hayalini kurduğum, beni istemeye geldiğinde kalbim pır pır edeceğini hayal ettiğim görücü koltuğunda, 50 yaşımda, kardeşlerim ve yeğenlerimin yönlendirmesiyle zoraki oturmuş bir kadındım.
İşte ilk görüşte aşk bu olsa idi. Kapı açıldı ve 65 yaşında olmasına rağmen çok genç görünen, benim hayalimde canlandırdığım uzun boylu, hoş bir kişi içeriye girdi. Genç bir delikanlı havası ve kendinden emin bir tavırla, muzip bir eda ile,
“Eee gençler..” dedi. “Yeni hayat arkadaşım, tam karşımdaki koltuğa otursun da birbirimizi daha görelim değil mi? Ya siz, tam karşıma oturmak istemez misiniz? Yan taraftan birbirimizi göremeyiz. Karşımda olsanız da, beni daha iyi süzseniz” dedi.
İşte “tılsım bu” dedim. Kalbim pır pır atmaya başladı. Aşk mı heyecan mı, yoksa herhangi biri olsaydı, yine bunu mu hissedecektim. Tarif edemediğim duyguyla, 20 yaşındaki genç kızlık hayallerime dönüverdim. Aşık oldum. Hani derler ya; öksürük ve aşk gizlenmez. Kimselerden duygularımı gizleyemedim. O gururlu mağrur havam gitmiş, cıvıl cıvıl bir yaşlı oluvermiştim.
Hemen döndüm. Tavrımdan hiç birşey kaybetmeden konuya girdim. “Eşiniz neden öldü” dedim ciddi bir tavırla. Ama içimden “olsun ne önemi vardı” diyordum.. “Belki bulaşıcı bir hastalıktandır. Lütfen evi dezenfekte ettiriniz. Madem böyle bir evliliğe karar verdiniz. Bazı isteklerimin de önemi olacağını sanıyorum. Yoksa ben o evde oturmam” dedim.
Hayatımı birleştireceğim kişi, gözlerime öyle bir bakıyordu. Elimde olmadan kızarıyordum.
-“Hay hay!! Siz her konuda bu kadar ciddi misiniz? Ben evlenelim dediysem, iş ortaklığı gibi hemen evlenelim demedim. Duygularınız da benim için çok önemli” dedi.
Sonra herşey göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Gerçekten onu çok seviyordum. Hayal ettiğim pempe tayyörümle, içim pır pır ederek evlendim.
İlk evliliğinden olan bir kızı vardı. Ne kızı, ne de eski eşiyle olan anılar beni hiç ilgilendirmiyordu. Herşey güllük gülistanlık gidiyordu. Aniden bir felç durumu geçirdim. 1 hafta hastaneye yatırıldım. Eşim 1 hafta boyunca sabahları 3-4 saat ortadan kayboluyordu. Nerdesin dediğimde ise; düşünceli bir şekilde "yok bir şey" diyordu.
Hastaneden çıktım. 1 haftada onu nasıl da özlemiştim. Fizik tedavileriyle üzerimde bulunan felç durumunu atlattım. Gençler gibi elele geziyorduk.
Bir sabah kalktığımızda eşim fenalaştı. Ve oracıkta ölüverdi. Yıkılmıştım.
Cenazeye gelen kalabalıklar, hem bana taziyelerde bulunuyor. Hem de yanıma yaklaşarak bilmediğim bir nedenle,
“Sana bunu yapmayacaktı” diye konuşmalar oluyordu. Ne olduğunu anlamadım. O arada kızı gelerek, elime kağıtlar tutuşturdu.
“Babam siz hastanedeyken bütün malları benim üzerime yaptı. Ancak bu evin ne olduğu henüz kesinleşmedi. Mahkeme kararı ile belli olacakmış” dedi.
Ben onların gözünde ve çok sevdiğim eşimin gözünde malı üzerine geçirecek bir ikinci kadın rolünde oluvermiştim. Bana hiçbir şey söylemeden, hastalığımda demek ki bu işlerle uğraşmış ve bana açıklamak gereğini bile duymamıştı.
Oysa ben, 50 yaşında bulduğum mutluluğun ve beraber geçirdiğimiz bu evin hatıralarının peşindeydim.
Kızımıza döndüm; "kızımıza" diyorum, çünkü onun bir parçası görüyordum.
-“Bak kızım, ben ölümden sonra ev peşinde koşacak değilim. Benim merak ettiğim baban benim duygularımı çok iyi biliyordu. Niye böyle bir konuma beni soktu “ dedim.
- "Demek ki sizinle herşeyi paylaşmayı uygun görmemiş. Bakın evi bile açıkta bırakmış. Sizin üzerinize yapmamış"dedi. İşte acı gerçek buydu. Ben tek başıma aşkı yaşamışım. Eşimin gözünde mal bekleyen sadece ikinci eşmişim. Ben hastanedeyken öleceğimi düşünüp, benim yakınlarım alır düşüncesiyle malları kızının üstüne yapmış. Ve beni mal hırsı olan bir kadın konumuna düşürmüştü. Bunu yapmak en doğal hakkıydı. Benim duygularımı bilmesine rağmen, ikinci eşlerin sadece para ve ev için evlenmelerinin bana bazen çirkin geliyor dediğimi bilmesine rağmen beni bu duruma sokmuştu. Benim yaram ondandı.. Kime söylesem, belki de bana "Aaa, tabi ki de kızı, onun olacaktı" diye düşünebilirlerdi.
Bu düşüncelerle evden çıktım. Hemen mahkemeye gittim. Herkes evin kendi üzerime geçmesiyle ilgili işlemler yapacağımı düşünürken, evin tüm haklarını kızımızın üzerine yaptırdım. Tek şartım; ölünceye kadar sadece onunla yaşadığım odada kalmayı teklif ettim. Kızı dahil herkes şaşırdı. Nasıl olmuşta bu evin üzerimde ki haklarını almak istememiştim. Mahkeme bana bu hakkı vermesine rağmen, beni eşim dahil hiç kimse anlamamıştı. Ben maddiyat değil, 50 yaşımda bulduğum aşkımın izlerini arıyordum.
Geçte olsa; tek başıma yaşadığım aşkı, 50 yaşımda bulduğum gibi, genç bir kızın terkediliş duygusunu 60 yaşımda tadıyordum.
Teyzem bunları anlatırken, herkes gibi bizde onun duygularını geç anladığımızı hissettik.
Onu evinde bıraktık, daha doğrusu anılarını paylaştığı odasında....
Aşk gerçekten de şarkılarda olduğu gibi layık olanda kalmalıdır.
İşte; İlhan Şeşen’in “Aşk layık olan da kalmalı” şarkısını her dinlediğimde teyzemi hatırlarım. Şimdi aşağıdaki şiiri okurken, önce videoyu bir tıklayın ve onun nameleriyle okuyun derim..
Hala okurken duygulanır yüreğim.....
Hala okurken duygulanır yüreğim.....
Ve kalpleri....
kiralık evlere benzetmek..
Kimin işi zordu ayrılıkta..
Veda edenin mi, yoksa bir vedayı evlat edinenin mi?
Kimin yüzüne tükürmeliydi hayat,
Maske takanın mı, yoksa o maskeyi indirenin mi?
Bir kadın kiminle sevişmeliydi,
Kime sarılmalıydı kolları ya da
kimin koynunda olmalıydı,
Cebi paralının mı,
Yoksa uğrunda paralananın mı?
Kimdi dost..
Geçip giden yıllar mı,
Yoksa pastanın üzerinde söndürülen mumlar mı?
Ve neden eşit dilimlenmezdi acılar,
Gelen davetsiz misafir çoktu,ondan mı?
Kimdi Aşk,
Yanında olan mı terk etmemecesine,
Yoksa kalarak acıtan mı gitmemecesine?
Bir adam,
Bir kadını ölüm onları ayırana kadar mı sevmeliydi,
Yoksa kadın tutku bitince ölümü beklememeli miydi?
Adresler başka, aldatmalar aynı değil miydi?
Saatler ihaneti gösterdiyse
gecenin geç vakitlerinin günahı neydi?
Severek ayrılma modasını, ilk başlatan kimdi,
Kimin fikriydi sonsuza kadar dost kalmak?
Kimdi aşkını ilk kâğıtlara yazan..
Masumiyeti bir otel odasında bırakan kimdi?
Son gece son sigarayı içmek için
sevişmek kâfi miydi?
Yoksa kapılar kapanınca ayak seslerini dinleyip
ağlamak mı marifetti?
Giden kimdi,
Kalan kimindi?
Bu ayrılığı kim icad etti?
Ve geri dönmemeyi gidenlere,