25 Kasım 2021 Perşembe

MADDİYATLA ÖLÇÜLEN GEÇ BULUNMUŞ BİR AŞK ÖYKÜSÜ

 



AŞK LAYIK OLAN DA KALMALI.


Aşkın insan yaşamına sadece 18-25 yaş arasında yerleştiğini sanırdım bu güne değin. Ta ki Pembe tayyör, tüllü şapka ve hoş bir makyajla 65 yaşında ihtiyar delikanlının kollarında nikah salonuna giren 50 yaşındaki teyzemin hikayesini dinleyene kadar. 50 yaşına kadar tek yaşamış olan bir kişinin aşkının da, iki kişinin arasında geçmesine rağmen sadece kendi kendine tek başına yaşadığını eşinin ölümünden sonra gerçeklerle karşılaşmasını onun ağzından dinledim. Eşinin ölümünden bir ay sonraydı karşılaşmam. Nikahtaki o hoş halinden eser kalmamış, bu güne kadar yaşını göstermiyorsun genç kız gibisin diye takıldığımız teyzemin yaşından 10 kat daha yaşlı gösterdiğine şahit oldum. Başladı anlatmaya...

50 yaşındaydım. Zaman akıp gittikçe beyaz gelinlik hayallerim, yerini yavaş yavaş pembe tayyöre bırakmıştı. Kardeşlerimin evlenmesi beni iyice yanlızlığa itmişti. Öncelikle gelinlerimizin "Her yere ablanı götürmek zorunda mıyız" diye serzenişleri artık eskisinden daha çok etkiliyordu beni.

Evlenmek için evlenmem diyordum ama artık bu sözlerimi tutmayacaktım. Gurur ve mağrur görüşüme rağmen mantık evliliğinden oldum olası hoşlanmamıştım. Evlilikte insanın birbirine ısınmasını ve aşık olarak evlenmesini, yüreğinin pır pır etmesini istemiştim bu güne kadar.

Ama bu duygularımı kalbimin bir köşesine koyup bana sunulan ilk evlilik teklifini kabul etmeye karar verdim. 65 yaşında bir bey hiç evlenmemiş bir bayan arıyordu, hemen kabul ettim. 50 yaşında olmama rağmen genç görünüyordum. 65 yaşında nasıl biri diye düşünmedim bile. İşte her zaman hayalini kurduğum, beni istemeye geldiğinde kalbim pır pır edeceğini hayal ettiğim görücü koltuğunda, 50 yaşımda, kardeşlerim ve yeğenlerimin yönlendirmesiyle zoraki oturmuş bir kadındım.

İşte ilk görüşte aşk bu olsa idi. Kapı açıldı ve 65 yaşında olmasına rağmen çok genç görünen, benim hayalimde canlandırdığım uzun boylu, hoş bir kişi içeriye girdi. Genç bir delikanlı havası ve kendinden emin bir tavırla, muzip bir eda ile,

"Eee gençler.." dedi. "Cavidan hanım tam karşımdaki koltuğa otursun da birbirimizi daha görelim değil mi? Cavidan hanım yan taraftan birbirimizi göremeyiz. Karşımda olsanız da beni daha iyi süzseniz" dedi.

İşte "tılsım bu" dedim. Kalbim pır pır atmaya başladı. Aşk mı heyecan mı, yoksa herhangi biri olsaydı yine bunu mu hissedecektim. Tarif edemediğim duyguyla 20 yaşındaki genç kızlık hayallerime dönüverdim. Aşık oldum. Hani derler ya öksürük ve aşk gizlenmez. Kimselerden duygularımı gizleyemedim. O gururlu mağrur havam gitmiş, cıvıl cıvıl bir yaşlı oluvermiştim.

Hemen döndüm. Tavrımdan hiç birşey kaybetmeden konuya girdim. "Eşiniz neden öldü" dedim ciddi bir tavırla. Ama içimden "olsun ne önemi vardı" diyordum.. "Belki bulaşıcı bir hastalıktandır. Lütfen evi dezenfekte ettiriniz. Madem böyle bir evliliğe karar verdiniz. Bazı isteklerimin de önemi olacağını sanıyorum. Yoksa ben o evde oturmam" dedim.

Hüseyin bey, gözlerime öyle bir bakıyordu. Elimde olmadan kızarıyordum.
-"Hay hay Cavidan hanım. Siz her konuda bu kadar ciddi misiniz. Ben evlenelim dediysem iş ortaklığı gibi hemen evlenelim demedim. Duygularınız da benim için çok önemli" dedi.

Sonra herşey göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Gerçekten onu çok seviyordum. Hayal ettiğim pempe tayyörümle, içim pır pır ederek evlendim.

İlk evliliğinden olan bir kızı vardı. Ne kızı, ne de eski eşiyle olan anılar beni hiç ilgilendirmiyordu. Herşey güllük gülistanlık gidiyordu. Aniden bir felç durumu geçirdim. 1 hafta hastaneye yatırıldım. Eşim 1 hafta boyunca sabahları 3-4 saat ortadan kayboluyordu. Nerdesin dediğimde ise düşünceli bir şekilde yok bir şey diyordu.

Hastaneden çıktım. 1 haftada onu nasıl da özlemiştim. Fizik tedavileriyle üzerimde bulunan felç durumunu atlattım. Gençler gibi elele geziyorduk.

Bir sabah kalktığımızda eşim fenalaştı. Ve oracıkta ölüverdi. Yıkılmıştım.

Cenazeye gelen kalabalıklar hem bana taziyelerde bulunuyor. Hem de yanıma yaklaşarak bilmediğim bir nedenle, "Sana bunu yapmayacaktı" diye konuşmalar oluyordu. Ne olduğunu anlamadım. O arada kızı gelerek, elime kağıtlar tutuşturdu.

"Babam siz hastanedeyken bütün malları benim üzerime yaptı. Ancak bu evin ne olduğu henüz kesinleşmedi. Mahkeme kararı ile belli olacakmış" dedi.

Ben onların gözünde ve çok sevdiğim eşimin gözünde malı üzerine geçirecek bir ikinci kadın rolünde oluvermiştim. Bana hiçbir şey söylemeden hastalığımda demek ki bu işlerle uğraşmış ve bana açıklamak gereğini bile duymamıştı.

Oysa ben, 50 yaşında bulduğum mutluluğun ve beraber geçirdiğimiz bu evin hatıralarının peşindeydim.

Kızımıza döndüm, kızımıza diyorum çünkü onun bir parçası görüyordum.
-"Bak kızım, ben ölümden sonra ev peşinde koşacak değilim. Benim merak ettiğim baban benim duygularımı çok iyi biliyordu. Niye böyle bir konuma beni soktu " dedim.

- Demek ki sizinle her şeyi paylaşamamış. Bakın evi bile açıkta bırakmış. Sizin üzerinize yapmamış dedi. İşte acı gerçek buydu. Ben tek başıma aşkı yaşamışım. Eşimin gözünde mal bekleyen sadece ikinci eşmişim. Ben hastanedeyken öleceğimi düşünüp, benim yakınlarım alır düşüncesiyle malları kızının üstüne yapmış. Ve beni mal hırsı olan bir kadın konumuna düşürmüştü.

Bu düşüncelerle evden çıktım. Hemen mahkemeye gittim. Herkes evi kendi üzerime geçireceğimi düşünürken, evi hemen kızının üzerine yaptırdım. Ancak, ölünceye kadar sadece onunla yaşadığım odada kalmayı teklif ettim. Kızı dahil herkes şaşırdı. Nasıl olmuşta bu evi üzerime geçirmemiştim. Mahkeme bana bu hakkı vermesine rağmen, beni eşim dahil hiç kimse anlamamıştı. Ben maddiyat değil, 50 yaşımda bulduğum aşkımın izlerini arıyordum.

Geçte olsa tek başıma yaşadığım aşkı 50 yaşımda bulduğum gibi, genç bir kızın terkediliş duygusunu 60 yaşımda tadıyordum.

Teyzem bunları anlatırken, herkes gibi bizde onun duygularını geç anladığımızı hissettik.

Onu evinde bıraktık, daha doğrusu anılarını paylaştığı odasında....

Aşk gerçekten de şarkılarda olduğu gibi layık olanda kalmalıdır.

İşte İlhan Şeşen'in "Aşk layık olan da kalmalı" şarkısını her dinlediğimde teyzemi hatırlarım.





19 Mayıs 2021 Çarşamba

"ELLERİNİZE SAĞLIK" KELİMESİNİN EN DOĞRU KULLANILDIĞI ALAN "İŞARET DİLİ"

Uzun zamandır merak ettiğim dil "İŞARET DİLİ"

"ELLERİNE SAĞLIK" kelimesinin  en güzel kullanıldığı iki  alan; biri yemek yapmak, bir işaret diliyle birşey anlatmak. 

Her ne kadar "İşaret Dili" dendiğinde aklımıza uzuv olarak  dil akla gelse de , bana göre asıl kahramanlar ilk önce ellerimiz, sonra vücut dilimiz.  

19 Mayıs nedeniyle; İstanbul Büyük Şehir Belediyesi İSEMX eğitmenlerinin hazırladığı aşağıdaki video linkini  izlemenizi istiyorum. Dağ Başını Duman almış parçasının güzelliğinin, işaret diliyle daha da anlamlaştığını göreceksiniz.



İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin açmış olduğu bu kursa 1 dil, 1 insan eder mantığıyla katıldım. 

Uzun zamandır merak ediyordum. İlerleyen yaşımda olmama rağmen, öğrenmenin yaşı yoktur diyerek, yeni bir dil öğrenmenin keyfini yaşayacaktım.  Öğrendim ki; gerçekten çok yetenek, çok çalışma, çok beceri ve anında duyduğunu bedensel dile dökebilecek bir zeka  isteyen bir dilmiş meğer. 

Bu amaçla, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin açmış olduğu işaret dili kurslarının online eğitimlerine katıldım. İşaret Dili Eğitmeni Sayın Liriye Hayriye Pırnak hocamızın üstün gayretleriyle, "bir nebze derdimizi anlatabiliriz belki"  seviyesine geldim. En azından kendi açımdan. (Sınıfımızda çook çalışkanların olduğu, sınıfın belki de en ağır ellerini kullanan öğrencisi olduğumu söylemeden geçemeyeceğim.) Ama yaşıma bağlayıp, kendimi ordan kurtarabilirim. 

Sağ köşede işaret dili eğitmeni Sayın Liriye PIRNAK

İşaret Dili aslında, 7 den 70'e  her vatandaşın öğrenmesi gereken, belki de ilkokul yıllarında öğretilmeye ve müfredata alınması gereken bir dil bence.  Bir gün bir yerde karşılayabileceğimiz kişilere yardımcı olabilmek adına, aklımızın ve elimizin bir köşesinde durmalı. Çünkü işitme engelli bireyler, adliyelerde, noterlerde, bankalarda, karakollarda, hastanelerde, okullarda yani her yerde karşılaştığı kişiler ile işaret dili için bilmedikleri için iletişim kurmakta zorlanıyorlar. Bizim bankada beş dakikada hallettiğimiz işler,  onlarla insanlar  iletişim kuramadıkları için zamanlarını alıyor. Özellikle; toplumsal kurum ve kuruluşlarda bulunan çalışanların ya işaret dili öğrenmesi ya da tercüman bulundurulması zorunlu hale gelmeye de başlıyor artık.

 Aslında, bu dili sadece işitme engelliler için değil,  kendiniz içinde öğrenin. Bundan beş dakika sonra işitme engelli olmayacağımızın kanıtı yok. İşaret dili öğrenmek için illa bir yakınınızın,   çocuğunuzun işitme engelli olması gerekmiyor. Çünkü bu sessiz bir dil. Bu güzel dünyamızı güzelleştirmek ve anlamak için elleriniz konuşsun. Bir harf bile öğrendiğimizde, onların ne kadar mutlu olduğunu bilmenizi isterim.

Bir gün bu sessiz dili konuşan bir grupla, bir piknik alanında karşılaşmıştım. Bizler "Heyy topu at, mangal yandı mı? Masanın kenarı tut" gibi bağırarak konuşurken, onlar sessiz, sessiz işlerini yapıyorlardı. Aynı bizim gibi sessizce, güle oynaya top da  oynadılar. Mangal da yaktılar, çok da eğlendiler. Sadece ellerini kullandılar. Birbirlerine dokunarak seslendiler. Hiç gürültü kirliliği yapmadan, sessiz sedasız orda vardılar ve birbirlerine elleriyle ses oldular. 

Onların dili olmak için, sessizce ve  ilgiyle bu işaret dilini öğrenin. 

Özellikle siz gençler,

Onların sessiz dünyalarının, SESİ OLUN.



 



 

14 Mayıs 2021 Cuma

İYİ İNSANLAR NEREDEYSE, CENNET ORASI OLUR.


Bir adam ölür ...

Öldüğünü fark ettiğinde, Tanrı'nın elinde bir çanta ile kendisine yaklaştığını farkeder. Tanrı ile adam arasında şöyle bir konuşma geçer.

Tanrı: Haydi oğlum gitme zamanı.

Adam: Bu kadar mı erken? Bir sürü planım vardı...

Tanrı: Üzgünüm ama gitme zamanı.

Adam: O çantada ne var?

Tanrı: Sahip oldukların!

Adam: Sahip olduklarım mı? Yani eşyalarım mı? Elbiselerim... Param...

Tanrı: Onlar asla sana ait değildi, onlar dünyaya aitti.

Adam: Anılarım mı?

Tanrı: Hayır. Onlar zamana ait.

Adam: Yeteneklerim mi?

Tanrı: Hayır. Onlar koşullara ait

Adam: Arkadaşlarım ve ailem mi?

Tanrı: Hayır oğlum. Onlar yürüdüğün yola ait. Adam: Karım ve çocuklarım mı?

Tanrı: Hayır. Onlar kalbine ait.

Adam: O zaman bedenim olmalı?

Tanrı: Hayır hayır. O toprağa ait.

Adam: O zaman kesinlikle ruhum olmalı!

Tanrı: Üzücü bir hata yapıyorsun oğlum. Ruhun bana ait.

Adam gözlerinde yaşlar ve kalbinde korkuyla çantayı Tanrı'nın elinden alıp açtı... BOŞTU! Kalbi kırık, göz yaşları yanaklarından akarak Tanrı'ya sordu...

Adam: Hiçbir şeye sahip değil miyim?

Tanrı: Doğru. Asla bir şeye sahip değildin.

Adam: O halde, benim olan ne vardı?

Tanrı: ANLAR. Yaşadığın anlar senindi. Hayat sadece bir andır.

HER ANI YAŞAYIP HER ANI SEVİP HER ANIN TADINI ÇIKARALIM.

“İyi insanlar cennete gider demek doğru değildir, iyi insanlar nereye giderse orası cennet olur..

4 Mart 2021 Perşembe

BU DÜNYAMIZI SARAN VİRÜSE İNAT GÜLÜMSEYİN.




Bir araya gelip saatlerce gülmek...
Anlamsız bir söze, 
Bazen bir bakışa ya da bir şeye bakarak saatlerce gülmek. 
Sınıfta öğrenciler arasında hocası görmeden, saçma birşeye gözlerinden yaş akarcasına gülmek.

 

Ya da çok ciddi bir ortamda ortaya atılan bir lafa gülmek. 
Doktorun hastanın teşhisini anlatırken kullandığı bir kelimeye saatlerce gülmek. (ki ben bunu yaşadım. Kalp krizi mi geçiriyor sandığımız bir arkadaşa, doktorun karnınız gaz dolu demesiyle saatlerce güldüğümüzü)
Yani kısacası insanın vücuduna verilen mutluluk hormonudur gülmek. 
Mutluluğu yakaladığınız andır gülmek... 
Ama insanları alaya almayan, masum şeylere gülebilmek gülmek.
Mesela; bebekleri güldürmek için saatler harcamanıza gerek yok. Bir “cööö” deyin, size saatlerce gülsünler... 


Gülmek Allahın insanlara verdiği en güzel hediyedir bence.. Size mutluluk veren, seke seke yürümenize, keyifle ıslık çalmanıza neden bir şeydir gülmek.

Bir gülüşün sizde neler yarattığını, yaratabileceğini hayal edin.. Sonra da en son ne zaman ve kime çok güldüğünüzü hatırlamaya çalışın. Herkes insanları ağlatabilir, soğan bile... Ama bir insanı güldürmek zordur. Onun için insanları güldürmek gibi bu zor sanatı yapan tiyatrocuları her zaman kutlarım.

Gülmenin sağlık için yararlı olduğu hep söylenir. Son yapılan araştırmalar günde en az 15 dakika gülmenin kalp için çok yararlı olduğunu doğruluyor. 
Kahkaha atmak, kan damarlarını genişletip, kan dolaşımını hızlandırıyormuş. Ancak uzmanlar bunun nedenini henüz belirleyebilmiş değil. Stresin kalbe kan akışını sınırladığı, damarları sıkıştırdığı araştırmalarla kanıtlanmış. Yeni yapılan bir araştırma ise, gülmenin damarları genişlettiğini doğruluyormuş. Gülme sırasında dolaşımın hızlanması ve damarların genişlemesi kalp hastalıklarına neden olan etkenleri azalttığı artık kanıtlanmış.

Araştırmacılara göre, gülmenin yarattığı bu sonuç, spor yaparken olduğu gibi vücut rahatladığı zaman salgılanan kimyasallara bağlı olabilir. Yine uzmanlar, endorfin denilen bu kimyasalların stres hormonlarını etkisiz hale getirip damarların genişlemesini sağlayabileceğini söylüyor. Gülmek aynı zamanda damar genişleten nitrik asit salgılanmasına da yol açabilirmiş.
Bende herkese kalp sağlığı için günde en az 15 dakika gülmeyi, kahkaha atmayı tavsiye ediyorum.
HEM DE BU SIKINTILI, KARANTİNA GÜNLERİNDE, HEM DE BU DÜNYAMIZI SARAN VİRÜSE İNAT.
Virüsün insan vücuduna verdiği zarar kadar, ya ben de hasta olursam korkusu, karamsarlık ve endişe de bir o kadar vücudumuza hazır veriyormuş. Bunu size gerçek bir öyküyle açıklayayım.
“Soğuk hava deposunda mahsur kalan bir denizcinin öyküsü, 1950’li yıllarda İskoçya’ya yük taşımak için Reefer tipi bir gemi yanaşır. Demir attığı limanda yükünü aldıktan sonra, gemide çalışan denizcilerden biri acaba unuttuğumuz bir yük kaldı mı diye bakmak için soğuk hava deposuna girer. Onun içerde olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise, kapıyı dışardan kapatır.
Soğuk hava deposunda mahsur kalan denizci, var gücüyle bağırır, çelik duvarları yumruklar, ama kimseye duyuramaz sesini. Çakısıyla içerden açmaya çalışır kapıyı, lakin mümkün değildir. Gemi hareket eder ve denizciyi unuturlar.
Mahsur kalan denizci, depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağını anlamıştır. Kapıyı açamayan çakısıyla, çelik duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini yazmaya, daha doğrusu kazımaya başlar. Günbegün, adeta bilimsel bir titizlikle soğuğun vücudunu nasıl uyuşturduğunu sonra yavaş yavaş öldürücü etkilerini, el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını, donan burnunu ve buz gibi havanın verdiği acıyı anlatır.
3 gün sonra soğuk hava kapısını açan başka bir denizci, zavallı adamın cesediyle karşılaşır. Duvarlara kazıdığı acılı sonunu okur ve kendisi de hayretten dona kalır.
Çünkü soğuk hava deposunun derecesi 19’dur. Çünkü soğutma sistemi zaten çalıştırılmamış olup, kendi haline bırakılan deponun sıcaklığı normal bir dereceye yükselmiştir. Yani biçare denizci donarak ölmemiş, donduğunu sandığı için ölmüştür.”

Yani endişeyi hayatınızdan çıkarın. Hani derler ya..

 

“İnsanlara bir gül verin, gül veremiyorsanız bir gülüverin.”

 

Sık sık ruhumuzun derinliklerinde hapsettiğimiz bu insanca dürtüyü özgür bırakalım ve insanlara kocaman bir gülümseme armağan edelim.