Seyahat etmeyi seven, seyahati gençlerde eğitimin, yaşlılarda ise görgünün bir parçası sayan, anne, baba ve 2 çocuktan oluşan gezi maceralarını yazmayı, ancak emekli olduktan sonra akıl eden, gezdiği yerlerin eğrisini, doğrusunu, ucuzunu, pahalısı yani en doğrusunu gezi sayfasında.. hayata dair de hissettiklerini, yaşadıklarını da bu sayfada kaleme alan emekli, gezgin bir anneyim.
12 Nisan 2020 Pazar
ERGÜR ALTAN 'ın kaleminden
doğduğum gün koymuş ismimi annem
“elmas” deyivermiş bana kıymetli olayım diye
oğlan çocuk bekleyen babam
avunmuş yaşlandığında ona bakmam dileğiyle...
dört yaşında öğrendim sofra kurmayı
ve çamaşır çitilemeyi küçücük ellerimle
dövülmeyi de öğrendim annemce
annemin sakinleştiricisiydim babam onu dövdüğünde...
okula yazıldım yedi yaşında
hiçbir zaman kızarmadı panodaki elmam
bahçemizdeki elma ağaçlarıydı en iyi arkadaşım
kıpkırmızı meyveleri beni çok severdi...
yanına çağırdı bir gün babam
dedi ki, “alalım seni okuldan, terziye verelim”
üçüncü sınıftaydım ve zar zor sökmüştüm okumayı
“börtü böcekle değil, dikiş kutusuyla oyna biraz da”...
çıraklığım böyle başladı benim
dikiş iğneleri acıttı hep ellerimi
“okulu özledin mi” diye soracak olursanız
öğretmenim değil, tabiat ana biliyordu düşlerimi...
annem geldi bir gün terziye
“bu kız” dedi, “öğreniyor mu işleri”
“sökük bile dikemiyor” dedi ustam
“ama daha az kanıyor parmak uçları”...
söz verdim o gün kendime
“artık sertleşecek kabuklarım”
bir uç uç böceği konmuştu da avucuma
inci tanesi gibi akıvermişti gözyaşlarım...
evlendirdiler zorla on yedimde
çocuğum olmadı, salıverildim
anne baba da istemeyince
kendimi yollara vuruverdim...
meyhanede bulaşıkçılık yaptım, ayıp değil
umumi bir tuvalette de çalıştım
spermlerini temizledim erkeklerin
çöp kutusuna atılmayan pedlerini topladım kadınların...
insanın en büyük sevgisizliği kendisine
bir emekçi kadın ve hor görülen bir karı olarak
ilk önce bunu gözlemledim
herkes hayat dersi verirken ben susmayı tercih ettim...
otel odalarında kaldım ve tek göz odalı evlerde
hamallarla sabahladım ve travestilerle
annemi babamı özlüyorum, -elimde değil-
“elmas” diyorum bazen, "sen kendinin kıymetisin”...
öpüştüğüm bir erkek olmadı, ama çok sevdim çok
dizlerime yatırdım kimsesiz çocukları
öpe koklaya sevdim hem de
ama hiç kimse beni böyle sevmedi...
sevilmek isterdim, sevişmek değil
“beni dizlerinize yatırır mısınız” desem
-çok değil, beş on dakikalığına hani-
burnumdan öpün beni, -olmaz mı.-...
bisiklete bindim ilk kez bugün
ayaklarım yerden kesilmedi gerçi
ne yapsam atamıyorum ruhumdaki mahzunluğu
sekseninden sonra başladı elmas`ın çocukluğu...
Yazan: Ergür Altan
2 Nisan 2020 Perşembe
SAĞLIK NEFERİ CEMİL HOCANIN ANISINA ...
Sağlık neferi hocanın, küresel bir salgın sebebiyle ölmesi son dersini vermesi gibi oldu. Nur içinde yatsın bilgisi sonsuz insanlar..
Öğrencisi Dr. Bahar Eryaşar anlatıyor..
Onu tanımamış herkese Onu anlatasım var. Herkes bilsin istiyorum; canımızın neden bu kadar yandığını, nasıl bir değeri yitirdiğimizi…
Ben öğrenciyken Cemil Hoca çakı gibi bir uzmandı. Dahiliye rotasyonumda, o müthiş enerjisiyle odadan odaya uçarken ben de civciv gibi peşinden ayrılmazdım; ağzından çıkan her sözü öğreneyim, hastanın derdini bir dedektif gibi çözüşünün bir tek anını kaçırmayayım diye. Bilgisi öyle uçsuz bucaksızdı ki, anlatışı kocaman bir okyanusun küçücük bir çeşmeden akışına benzerdi. Coşkuyla, sevgiyle ve güler yüzle anlatırdı. O enerjisi, öğretme-paylaşma coşkusu, güler yüzü tanıdığım ilk günden son görüşüme kadar değişmedi. Kimsenin sözünü dinlemeyen yaşlı teyzelerin amcaların yatağına oturup sohbet ederek, ellerini öperek ikna ederdi. Vizitte bir koğuşa girdiğinde Ona çevrilen gözlerde minneti ve umudu okurdunuz. Ekibinde profesöründen uzmanına, hemşiresinden asistanına, öğrencisinden temizlik işçisine herkesi ayırmadan bağrına basardı.
Yıllar geçti. Benden sonra da binlerce öğrencinin, binlerce hastanın hayatına dokundu. O tadına doyulmaz vizitlerden sonra kah servisteki toplantılarda kah salı vakası toplantılarında huşu içinde o okyanusu büyülenerek dinlemeye devam ettik. Sadece tıbbı değil, hayatı ve tevazuyu da öğretti.
Yanımızda değilken bile bizimleydi. Hiç unutamıyorum. Çok soğuk bir kış günü pazara gitmişiz. Üşüyorum, sıcak tutacak bir kabana ihtiyacım var. Gündüz okuyup gece çalışıyorum ama öğrencilik hali işte; para anca pazara yeter. Bir tezgahta tam aradığım gibi bir şey buldum, lakin fiyatı cebimdeki paranın neredeyse iki katı, satıcının da o kadar indirim yapması imkansız. İstemeye istemeye bıraktım. Sohbet ederken İTF’den olduğumu öğrenince adam “Cemil Taşçıoğlu'nu tanır mısın?” dedi. Şaşırarak “Evet, hocamdır. Ama siz nereden tanıyorsunuz?” dedim. “Hadi al kabanı giy. Hocana da selamımı söyle. Haftaya çayımı içmeye pazara bekliyorum kendisini” dedi. O kabanla soğuk kış aylarını üşümeden geçirdim. Cemil Hoca’nın sayısız iyiliğinden kim bilir hangisi paranın kalan kısmını ödedi.
Durumunun ağırlaştığını biliyordum, ama umut işte… Hem umudun ucunda Cemil hoca var, kolay mı? Akşam hastane dönüşü evine gittiğimde babam haberleri izliyordu. Benim zihnim hocayla ve çıkarken hakkında konuştuklarımızla meşgul; dalgın, keyifsiz içeri girdim. Biraz sonra ekranda “Son Dakika” notu çıkıp Zafer Arapkirli hocamın adıyla cümlesine başladığında beni duyacakmış gibi haykırdım: “Sus! N'olursun söyleme.”
En son 10 yıl önce anneciğimi yitirdiğimde ağladım ben. 10 yıldır ilk defa ağlıyorum, gözyaşlarımı durduramadan. Canım çok yanıyor. Yıkılırsak öğrettiklerine nankörlük olur. Ama o anfilere Onsuz ilk girişimiz nasıl olacak, bilmem. “Hipokrat’ın Çapa koridorlarında dolaşan ruhudur” demişti biri Onun için. Hep orada olacak.
“İyi ki vardın” diyemiyorum; sesi, öğrettikleri, sıcacık gülümseyişi hep bizimle olacağı için. Son söz yine hocamın sözleri olsun. #İyikiVarsınCemilHoca
“Bu hayatı bir kez yaşayacaksınız. Öyle büyük hayaller kurun ki gerçekleştirmek için tüm gücünüzü verin. Öyle aşık olun ki tüm dünyayı karşınıza alabilin. Öyle arkadaşlıklar edinin ki gerçek ve samimi olsun.” Prof. Dr. Cemil TAŞÇIOĞLU.
Öğrencisi Dr. Bahar Eryaşar anlatıyor..
Onu tanımamış herkese Onu anlatasım var. Herkes bilsin istiyorum; canımızın neden bu kadar yandığını, nasıl bir değeri yitirdiğimizi…
Ben öğrenciyken Cemil Hoca çakı gibi bir uzmandı. Dahiliye rotasyonumda, o müthiş enerjisiyle odadan odaya uçarken ben de civciv gibi peşinden ayrılmazdım; ağzından çıkan her sözü öğreneyim, hastanın derdini bir dedektif gibi çözüşünün bir tek anını kaçırmayayım diye. Bilgisi öyle uçsuz bucaksızdı ki, anlatışı kocaman bir okyanusun küçücük bir çeşmeden akışına benzerdi. Coşkuyla, sevgiyle ve güler yüzle anlatırdı. O enerjisi, öğretme-paylaşma coşkusu, güler yüzü tanıdığım ilk günden son görüşüme kadar değişmedi. Kimsenin sözünü dinlemeyen yaşlı teyzelerin amcaların yatağına oturup sohbet ederek, ellerini öperek ikna ederdi. Vizitte bir koğuşa girdiğinde Ona çevrilen gözlerde minneti ve umudu okurdunuz. Ekibinde profesöründen uzmanına, hemşiresinden asistanına, öğrencisinden temizlik işçisine herkesi ayırmadan bağrına basardı.
Yıllar geçti. Benden sonra da binlerce öğrencinin, binlerce hastanın hayatına dokundu. O tadına doyulmaz vizitlerden sonra kah servisteki toplantılarda kah salı vakası toplantılarında huşu içinde o okyanusu büyülenerek dinlemeye devam ettik. Sadece tıbbı değil, hayatı ve tevazuyu da öğretti.
Yanımızda değilken bile bizimleydi. Hiç unutamıyorum. Çok soğuk bir kış günü pazara gitmişiz. Üşüyorum, sıcak tutacak bir kabana ihtiyacım var. Gündüz okuyup gece çalışıyorum ama öğrencilik hali işte; para anca pazara yeter. Bir tezgahta tam aradığım gibi bir şey buldum, lakin fiyatı cebimdeki paranın neredeyse iki katı, satıcının da o kadar indirim yapması imkansız. İstemeye istemeye bıraktım. Sohbet ederken İTF’den olduğumu öğrenince adam “Cemil Taşçıoğlu'nu tanır mısın?” dedi. Şaşırarak “Evet, hocamdır. Ama siz nereden tanıyorsunuz?” dedim. “Hadi al kabanı giy. Hocana da selamımı söyle. Haftaya çayımı içmeye pazara bekliyorum kendisini” dedi. O kabanla soğuk kış aylarını üşümeden geçirdim. Cemil Hoca’nın sayısız iyiliğinden kim bilir hangisi paranın kalan kısmını ödedi.
Durumunun ağırlaştığını biliyordum, ama umut işte… Hem umudun ucunda Cemil hoca var, kolay mı? Akşam hastane dönüşü evine gittiğimde babam haberleri izliyordu. Benim zihnim hocayla ve çıkarken hakkında konuştuklarımızla meşgul; dalgın, keyifsiz içeri girdim. Biraz sonra ekranda “Son Dakika” notu çıkıp Zafer Arapkirli hocamın adıyla cümlesine başladığında beni duyacakmış gibi haykırdım: “Sus! N'olursun söyleme.”
En son 10 yıl önce anneciğimi yitirdiğimde ağladım ben. 10 yıldır ilk defa ağlıyorum, gözyaşlarımı durduramadan. Canım çok yanıyor. Yıkılırsak öğrettiklerine nankörlük olur. Ama o anfilere Onsuz ilk girişimiz nasıl olacak, bilmem. “Hipokrat’ın Çapa koridorlarında dolaşan ruhudur” demişti biri Onun için. Hep orada olacak.
“İyi ki vardın” diyemiyorum; sesi, öğrettikleri, sıcacık gülümseyişi hep bizimle olacağı için. Son söz yine hocamın sözleri olsun. #İyikiVarsınCemilHoca
“Bu hayatı bir kez yaşayacaksınız. Öyle büyük hayaller kurun ki gerçekleştirmek için tüm gücünüzü verin. Öyle aşık olun ki tüm dünyayı karşınıza alabilin. Öyle arkadaşlıklar edinin ki gerçek ve samimi olsun.” Prof. Dr. Cemil TAŞÇIOĞLU.
19 Mart 2020 Perşembe
CORONA DA BİZE VIZ GELİR, TIRIS GİDER DİYEMEDİK YA...
Corona çıktığından beri paranoyak düzeyinde evhamlı bir millet olduk. Hastalığın el yıkama, sosyal mesafe düzeyinde tehlikesiz olduğuna inanarak, ellerimizi ovar gibi yıkamaya başladık, akraba dostlara seni uzaktan sevmek şarkısını mırıldanarak uzaktan baktık. Acaba bu furya da bizde ölür müyüz? Ay galiba birazcık da ateşim mi var ne? Elimiz hep alnımızda, Ne olur, ne olmaz uyanık olayım. Ateşime bakarken koltuk da mı sallandı ne? Avize de mi sallanıyor sanki. Ya hem corona olup evde kalayım derken, ya deprem olur da sokağa salınırsam. Virüs var dışarı çıkmayın, deprem var içeri girmeyin. İkilem arasında bekler durur olduk. Aldığımız ekmek fırınında gördüğüm çekik gözlü çocuk acaba hamuru yoğururken una aksırdı mı? Dışardan yemek söylesem yemeği getiren çocuk acaba ellerini yıkadı mı? Buyrun nur topu gibi paranoyak milletimiz oldu.
Bendeniz de eskiden olsa kaale almayacağım öksürükle 1 haftadır mücaadele ediyorum. Corona rahatsızlığının öksürük ve ateşle başladığını duyduğumdan beri, her ne kadar umursamaz görünsem de acep bu geçmeyen öksürükle bana da mı geldi bu virüs diye tırsmadım değil ama.
Limon kolonyasını bize hatırlattı. Hijyeni önemsetti. Gelmeyeydi de hatırlamasaydık keşke. Bu arada hastalık dışında sosyal medya'da türeyen corona temalı videolar, yazılar, ses kayıtları evdeki günlerimizi eğlence ile geçirmemize de neden oldu. Her ne kadar ölenler içimizi acıtsa da... Herkesin CIA ajanı gibi muhakkak bir tanıdığının gizli bilgileri var. O da "Arkadaşlar Merhaba....." diye önemli bilgiyi tüm whatshap aleminde gezdiriyor.
En sevdiğim ses kaydı ise coronayı cinlerin musallat ettiğini söylüyordu son olarak.
"Günde 99 kere, corona morana, dokunma orama burama dersek kurtulurmuşuk."
Kimi kayınvalidesinin corona olduğunu ihbar ediyor, kimi de yıllardır sağlıklı beslendiğini, çekik gözlünün yediği yarasadan bulaşan virüsden ölürsem dünya sağlık örgütüne hakkını helal ekmediğini söylüyor ki en favori videom buydu onu da yazımın başına top 10 şeklinde yükledim.
İşte bunlardan biri de şöyle başlıyor. Ama bilgi güzel. biz de dinleyip paylaşıyoruz. Kimine bu kelimeler, Dr. Mehmet Öz'e ait, kimin de ise kendi doktor yakınlarına...
Yazı şöyle başlıyor.
"Doktor olan bir kuzenimin kendi aramızdaki whatsapp grubunda yazdıklarını aşağıda sizlerle paylaşıyorum.
Yıllardır doğru düzgün girmediğim facebooka bu virüs yüzünden girip bir şeyler yazayım istedim, çünkü neredeyse 15 ocaktan bu yana, yani 2 aydır bu hastalık üzerine bilimsel makaleler de dahil çok fazla okuma yaptım.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Bu virüsten kaçış yok arkadaşlar. İstisnasız hepimiz yakalanacağız. Ama ne kadar geç yakalanırsak o kadar iyi, bunu en sonda açacağım. Aynen grip virüsünde olduğu gibi önümüzdeki yıllar, on yıllar boyunca bu virüsle yaşamayı öğreneceğiz. Emin olun bu kesin. Şu an alınan karantina, tatil, izin vb önlemlerinin tamamı virüsün yayılma hızını yavaşlatıp, sağlık sektörünün çökmemesini sağlamak üzere alınıyor.
Çok hızlı yayılımda hastanelerin yoğun bakım üniteleri çıkmaza giriyor ve bila mecbur İtalya örneğinde olduğu gibi hangi hastanın yaşayacağına, hangisinin öleceğine karar verilmesi gereken berbat bir durum ortaya çıkıyor.
Virüs dediğimiz şeyler aslında öldürücü, şeytani birer düşman değiller. Onlar da aynen bizim gibi üzerinde konuşlandıkları alan sayesinde yaşayan canlılar. Zaten genelde hayvanlardan bize geçiyorlar ve evet, hayvanları genelde öldürmüyorlar. Çünkü kendileri de yaşamak için üzerinde yaşadıkları canlılara muhtaçlar. Yüzyıllardır hayvanlarla beraber yaşamaya alışmışlar.
E peki biz neden ölüyoruz? Çünkü birbirimizi tanımıyoruz. Virüs kendini hala hayvan vücudunda zannediyor. Yeni yerleştiği konağın şartlarını henüz bilmiyor. Belli bir süre geçtikten sonra hem bizler onlara bağışıklık kazanacağız hem de onlar kendi sonsuz yaşamları için mutasyona uğrayacaklar. Böylece beraber yaşamaya alışacağız.
Mesela aranızda herpes labialis adlı virüsü duyan oldu mu hiç? Duymadınız ama kendisi dünyanın en yaygın virüslerinden birisi ve bir kere vücudumuza girdikten sonra biz ölene kadar vücuttan atılamıyorlar. Peki ne yapıyor bu virüs? Dudağınızda uçuk çıkarıyor. O kadar işte. Bizi öldürmüyor çünkü biz ölürsek kendisi de yaşayamıyor.
Grip virüsü de hemen hemen öyle. Öldürücülük oranı %0.1 civarı ve genelde zaten vücudunda kronik sorun olanları öldürüyor. Her sene ve her sene dünyada yarım milyar insan grip virüsüne yakalanıyor. Bu şekilde birlikte yaşamaya alıştığımız tonla virüs var. Corona virüsler (sars, mers vb) ile de yaşamaya alışacağız (tabii mers ile belki 1000 yıl sonra).
Sadede gelirsem, dediğim gibi hepimiz bu virüse yakalanacağız. Hatta belki birçoğumuz yakalandı bile ama fark etmedi. Ve hatta hastalığı da atlattı. Vücudu virüsle yaşamaya çoktan alıştı ya da virüs o vücutta yaşayamadı ve başka konaklara geçti. Bu konuda en güzel örnek Diamond Princess gemisi. Gemideki 3700 kişinin 700'ünde test pozitif çıkmış. Ama bu 700 kişinin 350'si hastalığı hissetmemiş bile. Ve hala da çok sağlıklılar. Yatak döşek yatmıyorlar. Ki yaş ortalamaları da bayağı yüksek.
Peki neden böyle? Çünkü o 350 kişinin bağışıklık sistemi çok güçlü. Yani bu hastalıkta en önemli şey bağışıklık sistemi. Aramızda bağışıklığı iyi olanlar, spor yapanlar, doğru besinleri alanlar, sigara içmeyenler vb. bu hastalığı belki hissetmeyecek bile. Belki hafif bir grip gibi atlatıp hayatlarına devam edecekler.
Ne yapmak gerekiyor? Öncelik vücut direnci. Spor ve hareket. Sonrası beslenme. Özellikle meyve sebzeler ile daha spesifik şeyler, mesela sarımsak, yoğurt, kefir, yeşil çay vb. Sonrası ise besin takviyeleri. Özellikle c vitamini, çinko, beta glukanlar (1.3 ve 1.6) ve kara mürver ekstresi. Meyve sebzeler ve takviyeler eğer kendinize de dikkat ederseniz bu kışı atlatmanızı sağlayabilir. Çünkü bağışıklık sistemini çok dirençli hale getiriyorlar.
Dediğim gibi, bu virüsle yaşamaya alışın. Önümüzdeki yıllarda, hatta belki aylar ya da haftalarda mutasyona da uğrayacak, ya daha ölümcül olacak, ki kendi de kaybeder, bu yüzden bunu düşük olasılık görüyorum, ya da o da bizimle yaşamayı öğrenecek. Aşısı bulunsa bile mutasyona her uğradığında aşı işlevini kaybedecek. Grip aşıları da öyledir. Sizi sadece geçmiş senelerin grip virüslerinden korur. Yenilerinden değil. Yani tam koruma sağlamaz. Tam koruma her zaman için bağışıklık sisteminizdir.
Fakat dediğim gibi virüsün canlılığını devam ettirebilmesi için bulunduğu konağı öldürmemesi ve başka konaklara geçebilmesi gerekiyor. Bunun için de mecburen mutasyona uğramak zorunda. Mutasyon dediğimiz şey ise nesille alakalı ve virüsler çok hızlı üreyip öldükleri için bizlerde yıllar alan nesil değişimi onlarda saatler alabiliyor. Bu sayede çok hızlı mutasyon geçiriyorlar. Ve büyük bir olasılık süre geçtikçe virüs bulaştığı kişiyi öldürmeyecek şekilde mutasyon geçirecek. Yani bu virüsü ne kadar geç kaparsanız tehlikesi o kadar az olacak.
Evet, hepimize uğrayacak bu virüs ama ne kadar geç uğrarsa o denli şanslı olacağız. Bu yüzden olabildiğince evden çıkmamak, hijyene dikkat etmek, gerekli şekilde beslenmek, hareket etmek ve gerekli takviyeleri almak gerekiyor. Bunları yapanlar emin olun hepimizden uzun yaşayacak.
Özet
1- Kendinizi karantinaya alın. Virüsle en geç temas edenler en şanslıları olacak
2- Hijyen. Olabildiğince temizliğe dikkat edin.
3- Meyve sebze yiyin.
4- Bağışıklığa iyi gelen sarımsak, kefir, yoğurt gibi besinler tüketin.
5- Bağışıklığa çok iyi gelen besin takviyeleri ve vitaminler alın. Örnek: beta glukanlar, c vitamini, çinko, kara mürver ekstresi vb.
6- Hareket edin ve evinizde spor yapın.
7- Sigarayı bırakın.
8- Bol su için.
6 Mart 2020 Cuma
SURVIVOR MI OLMAK, MÜLTECİ Mİ OLMAK, ŞEHİT Mİ OLMAK.
Televizyonda kanalları gezerken içimizi acıtan sahnelere rastlıyoruz.
Survivor adasına gittiği için, annesini babasını özlediği için gözyaşı döken sahte gençler, ya da Survivor 'da çok zor şartlarda sulardan geçen gençler.
Mültecileri düşününce acaba mı dedim. Acaba!!! Acaba bu mülteciler Survivor adasında ki sudan mı geçmek isterlerdi, yoksa kaçmak için canını dişine taktığı sınırlardaki soğuk sudan mı geçerlerdi.
Mülteciler gibi Askercikler de, babasından anasından ayrı gerçek mağduriyeti yaşıyorlar. Evine dönüp dönmeyeceğini bilmeden savrulup gidiyorlar.
Survivordaki şımarık züppe gençler gibi güle oynaya dönebilecekler mi acaba memleketlerine,
20 yaşında, hayatının baharında bu gençler, bu memleketi kurtarmak için gitti, belki de eline şimdiye kadar silah bile almadan, çok koca bir görev verildi bu çocuklara. Vatanı kurtarma görevi.
Bilir misin bu masmavi gözler
Kimin mavişiydi
Kimin kuzusuydu;
Oysa VATAN için soldu gözleri,
Bakma derinlere
Artık ne mavi, ne yeşil
Sadece toprak senin rengin bilecekler mi?
Survıvorda yapılan şu anonslara dayanamıyorum. "Bu şartlara dayanabilecekler mi?" Bu askercikler, her şartlara dayanıyorlar da, siz kamera önünde mi dayanamıyorsunuz. Yapmayın! Böyle programlar o şehitlerin kemiklerini sızlatır. Mülteci çocukların yüreğini acıtır.
Belki de bir gün bir yerlerden size seslenirler.
BEN SURVIVOR ADASINDA OLUP ZÜPPE OLACAĞIMA, VATAN TOPRAĞINI SAVUNUR ŞEHİT OLURUM DİYE... ORDA HARCADIĞINIZ ENERJİYİ GİDİN DE DAĞLARDA, SINIRDA HARCAYIN. BİRLİK OLALIM, BERABER ÖLELİM DİYE..
RUHUNUZ ŞAD OLSUN.
ŞEHİT KOMANDO ER MURAT AKMAN'IN AŞAĞIDAKİ HİKAYESİ SİZE HER ŞEYİ DAHA GÜZEL ANLATIR.
Adını ve hikayesini tesadüfen öğrendiğim , tarihe bir mektupla muazzam bir not düşmüş şehit asker .
Doğduğunda ailesi tarafından bir çöplüğe atılarak terkedilmiş ve çocuk esirgeme kurumunda büyümüş olan Murat Akman ne kadar istemese de 18 yaşına geldiğinde evi bildiği kurumdan ayrılmak zorunda kalmış .Ancak kurumda ki öğretmeniyle bağlantısını hiç koparmamış ve orada ki çocuklara yardımcı olabilmek için elinden geleni yapmış.
Askerlik görevini komando olarak yerine getirirken devletin kendisine bağladığı maaşı çocukların ihtiyaçları için kuruma göndermeye başlamış .
Çıktıkları operasyonlar da hayati tehlikesi olması sebebiyle her operasyon öncesi son mektubu olabileceğini düşündüğü bir mektubunu birlikte büyüdüğü bir arkadaşına ulaştırılmak üzere bir asker arkadaşına emanet etmiş .
Murat Akman'ın geri dönmediği bir operasyon sonrası son mektubunu teslim ettiği arkadaşı mektubu verdiği adreste ki arkadaşına ulaştırmış . Mektup arkadaşı tarafından Murat Akman'ın vasiyeti üzerine bir yayın kuruluşuna belirli bir meblağ karşılığı devredilmiş ve şehit askerin vasiyeti üzerine medya kuruluşunun ödediği para Murat'ın büyüdüğü çocuk esirgeme kurumuna bağışlanmış .Ve mektup gazete de yayınlanmış
Murat Akman'ın şehit olması sonrası gazete de yayınlanan mektubun tam metni de şu şekilde ;
Bu yazı bir komanda er mektubudur ve siz bu mektubu gazeteden okuyorsanız ölmüşüm demektir. Bir ailem olsaydı bu mektubu onlara yollamak isterdim ama yok.
Size koğuştaki ranzamdan yazıyorum. şu an etrafımda Adana, Ağrı, Sivas, Edirne, Diyarbakır, Ankara, Antalya, İzmir, Urfa, Trabzon... Türkiye’nin dört bir yanından birbirini tanımayan ama birbirlerinin canını korumaya yemin etmiş bir sürü asker var. birazdan operasyona gideceğiz, tek dileğimiz kayıp vermeden geri gelmek.
İlerde ölürsem eğer diye bir mektup yazmak çok zor. Aklına getirmek istemez ya insan ölümü, hani her zaman bir umut vardır ya. Askerliğim bittikten sonra yırtıp atacaktım bu mektubu ama şu an okuyorsanız yırtamadım demektir. Zaten pek de kalem tutmaz elim. Silah tutmayı daha iyi bilirim. Sizi korumam için siz öğrettiniz silah tutmayı.
Tuhaf olan siz bu mektubu okurken ben neden öldüğümü bile bilmiyor olacağım. ya bir mayına bastım ya da yediğim bir kaç kurşun. bileniniz var mı ben nasıl öldüm ?
Kışlada her televizyona bakışımda birbirinizi öldürdüğünüzü birbirinizin canını yaktığınızı gördüm. Müziğin sesini çok açtı diye komşusunu vuranlar. Gücü kadına yetenler. Cebindeki on lirası için adam vuranlar. Kız arkadaşına baktı diye alayını bıçaklayanlar.
Bileniniz var mı ben kimi korumak için öldüm?
Eti az pişti diye garsona çıkışan adam; sen rahat uyu diye kurşunlar başımın üstünden geçerken ben dağda her bulduğumu kesip yedim.
Arabasını solladılar diye levyesini kapıp arabadan inen adam, beni bir çöp bidonuna atıp giden anam; söylesene ben kimin için öldüm?
Yetimhanede ve askerde en güzel şeyin ekmeğin bölmek olduğunu öğrendik biz. Peki size neyi bölmeyi öğrettiler?
Sizi önce Allah’a sonra birbirinize emanet ediyorum. Ben sizden razı oldum Allah’da sizden razı olsun.
SEN BİZE HAKKINI HELAL ET.
EY ŞEHİD OĞLU ŞEHİD, İSTEME BENDEN MAKBER.
SANA AĞUŞUNU AÇMIŞ DURUYOR PEYGAMBER
OĞLUM EVDEN GİDİNCE....
BİR YAZI BULDUM Kİ, ACABA OĞLUM GİDERKEN BU YAZIYI ONA UYARLAYABİLİR MİYİM DEDİM Kİ, HER SATIRINI SANA UYARLAMAK İSTEDİM Kİ, OKUYUNCA ANLADIM Kİ SEN FARKLIYMIŞSIN MEĞER. DOKTORAYA YOLCU ETTİM SENİ UÇARAK BELKİ DE.ŞİMDİ AŞAĞIDAKİ YAZIYI GÜZELCE OKU… SANA UYAN YERLERİYLE, SENDEN FARKLI HALLERİYLE….Çocuklar bir gün evden giderler…Bir şekilde, bir nedenle, öyle gerektiği için , öyle olduğu için giderler…...Gözlerinde hayata karşı bir heves, omuzlarında ince bir ağırlık, ellerinde uçarı bir telaş.Kapıyı çekip giderler…Çocuklar evden gidince, ev de sizden gider biraz,Sabah kızaran ekmeğin kokusu (bizim evde yok ki) , ütünün buharı (o da yok) , bir türlü şekle girmeyen saçlar, kapıdan çıkarken aceleyle öpülen yanaklar (hiç yapmadın) gider…Antrede biriken ayakkabılar(yoooo çok titizdin), teki kaybolan terlikler( yooo bunu da yapmadın), yatağın üstündeki elbise yığınları gider.(tam tersiii sen gittin yatağına biz yığdık.)SAATLER SANKİ BİR YERLERDE DURMUŞ GİBİ OLUR. HAYATINIZ HASRETİ KUŞANMIŞ MEVSİMSİZ BİR ÜLKEYE BENZER BİR ZAMAN…(Bak bu doğru)Aytacım evden gidince;Ansızın yapılan şakalar, vakitsiz istenen sandviçler, pencere önünde beklediğiniz geceler gider...( yaaa bunların hiçbiri yoktu sende be oğlum)Artık kapının önündeki ayak seslerini duymazsınız,(evet yaaa selamüüün aleyküüüm diyen babana benzeyen sesini özleyeceğim, hemi de çok)Sokaktan geçen simitçiye seslenen kimse yoktur.(seslenmezdin ki)Arka odadan yükselen müzik sesi, banyodaki parfüm kokusu, ortasından sıkılmış diş macunları anılarınızda kalır.(bu da yok, hep titizdin. )Mutfak masası çoktan unutmuştur sıcacık ve neşeli sohbetleri. (evet o güzel okul anılarını, özlemlerini anlatman özletir beni)Aytacım evden gidince ;“Anne yaaa sende”ler, “Babam da yine yanlış anladı”lar “Ben zaten biliyorum”lar, “Beni çocuk muyum?”lar, “Beni anlamıyorsunuz!”lar, “AMMA MERAKLISINIZ”lar (ki en çok kullandığın).… El ele tutuşup hep birlikte giderler...Onlar olmadığı zaman da “ben ne giyeceğim”ler “arkadaşımda kalacağım”lar, “arkadaşlarımla çıkıyorum”lar peşi sıra ortalıktan kaybolurlar..(ay bu da yooook sende.MEĞER SEN NE KADAR DÜZGÜN BİR ÇOCUK MUŞSUN)AMA TEK GERÇEK ŞU Kİİİİİ…Çocuklar gerçekte de bir gün evden giderler;Giderken yüreğinizin bir parçasını da yanlarında götürürler…Onda kalan parçada sizden o kadar çok şey vardır ki,Onlar bunu bilirler,Aldıkları her kararda, yaşadıkları her yol ayrımında, her sevinçlerinde ve her acılarındaFark ederler bu eşsiz bilgiyi,Yeter ki onların yaşam pınarlarına hayat veren kaynağın suyu berrak, hikmeti bol olsun.Yeter ki sizden doğup hayatın içine akan bu pınar ırmak olsun, nehir olsun, ve en doğru yönü bulsun...Evet Aytacım birgün evden gider…AMA DÖNECEĞİ YOLU DA ASLA UNUTMAZ…ANNEN22 Şubat 2020
16 Şubat 2020 Pazar
ÖĞRENMEK, PAYLAŞMAK
Öğrenmek, öğrenebilmek, öğrenci olabilmek, kendini yetiştirebilmek.
Dünyaya geldiğiniz andan itibaren, beyniniz tıpkı bir kayıt cihazı ile gördüklerini, duyduklarını kaydeder.
Ama gerçek olan bu öğrendiklerinizi, hayatınızın her evresinde paylaşmak olmalıdır.
Kendinizden yola çıkmalısınız, yaşama ilişkin birikimlerinizi, öğrendiklerinizi her zaman dışa vurmalısınız.
Evrene ilişkin her şeyi değiştirmeye çalışmalısınız, dokunup duyumsamalısınız. Yaşamın aracı olmaktan çıkıp, yaşamı araç etmelisiniz. Neşeli olmalısınız her zaman. Gülümsemelisiniz. Merak etmelisiniz her şeyi. Gezmelisiniz, görmelisiniz. Yediğiniz içtiğiniz sizin olmalı, gördüğünüz gezdiğiniz yerleri anlatmalısınız.
Hatta “çok gezenti” diye size takılmalı herkes. Sizde bundan zevk almalısınız. Yaşamınızın içinde olup bitenleri izlemenin ötesinde, katılımcı olmalısınız. Kendini ölçü alan, kendisine sunulanla aldanmayan, kendi seçimlerini kendi yapan, arayıp bulan, ayrıntılarda gizli güzelliği ilk keşfedenlerden olmalısınız.
Görme çabası içinde olup, yaptıklarını yaşama sevincine döndüren, en olumsuz anda bile onu olumlu hale getirebilen kişilerden olup, “Boşluk dolduranlardan mısınız, yeri doldurulamayanlardan mısınız? derler ya, siz hep yeri doldurulamayacaklardan olun. Gittiğiniz her toplulukta, herkes sizinle keyif alsın, sizde bundan mutlu olun.
Peki ben yaşamı mı nasıl canlandırabilirim derseniz, yaşama canlandıran her şeyin temeli aslında bilimle oluşur. Bilim de teknoloji ile gelişir. Teknolojiyle birlikte size zevk verecek fotoğraf, sinema ve tiyatro açı kazanır. Başka bir yönden de gezme görme ve yazma paralel olarak ilerler, anlam kazanır. Sizin öğrencilik yıllarınızda, tüm bu zevk alacağınız şeylere, geçen asırlardan yani bizim zamanımızdan daha kolay ve çabuk ulaşabileceğiniz açıktır. Nefes aldığınız hava yani kısaca doğa diyecek olursanız, eğer gerçekten siz gençlerle korunabilirse, inanıyorum ki o da harap olmayacaktır. Temel taş; bilim ve bilimi sevip aynı anda da hayattan zevk alan insanların var olması çoğalması, birikimlerini paylaşması ve doğayı korumasıdır.
Öğrenmekten ve paylaşmaktan hiçbir zaman uzaklaşmadan, sevgiyle kalın, hoşça kalın.
29 Ocak 2020 Çarşamba
Dr. Kinyas Kartal'ın kaleminden
Bir şiir ki.... Günümüzü, içimizden geçenleri ancak bu kadar güzel anlatır.
Şair Dr. Kinyas Kartal kaleminden..
Yara bandıyla,
Koşu bandı arasında gidip geliyoruz..
Yaralarımız kabuğa,
Ayaklarımız toprağa hasret..
Hızla yaşlanırken,
Hayat kapağı açık kalmış kolonya şişesi gibiyken,
Odanın bir ucuna oturmuşuz,
Gençliğimizin buharlaşan esansını kokluyoruz..
Yeni dünya dedikleri bu olsa gerek:
Organik ekmek,
Organik yumurta,
Organik yoğurt..
Köyümüze gitmek yerine,
Milyonluk şehirlere köyü getirmeye çalışıyoruz..
Yakında marketlerde yerini alır mı bilmem;
"Dert dinleyen dost"
"Kin gütmeyen arkadaş"
"Satmayan organik yoldaş"
"Gezen insan çocuğu"
"Hayırlı evlat mayası"
Belli mi olur, on sene sonra,
Belki organik insan alıyor oluruz..
Demem o ki;
Hep çok yoğun
Hep çok yorgunuz..
Köy uzakta,
Şehir kalabalıkta,
Dostlarımızın nesli azalmakta..
Dr. Kinyas Kartal
4 Ocak 2020 Cumartesi
50-70 ARASI DOĞANLARIN SEVEREK OKUYACAKLARI BİR YAZI
BİZİM NESİL..!
Hepsi şahsına münhasır özel üretilmiş, yokluklar içinde yetişmiş yaralı bir nesil…
KİM BUNLAR?
1950 ile 1970 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş en genci 50, en delikanlısı 70 yaşında HALA 18’LİK DELİ TAYLAR GİBİ İDEALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞAN HESAPSIZ BİR NESİL..?
Hiçbirinin altına hazır bez bağlanmamış…
Höllük üzerinde yatmış, şeker çuvalından pantolon, canik lastikten ayakkabı giymiş…
Evde inek beslemiş, kendine okulda ABD süt tozu içirilerek beslenmiş, bir garip nesil…
Hiçbirinin renkli çocukluk resmi olmamış…
Hatta hiç bebeklik çocukluk resmi olmamış…
Hiç biri kreş, dershane, özel okul görmemiş…
Ama hepsi profesörlere ders verecek kadar bilgi sahibi olan bir tuhaf nesil…
Harp görmüş, darp görmüş…
Baskı, çatışma, sorguda işkence görmüş…
Karakolda sorgu da Filistin askısını, ceza evini de isyanla tanışmış…
İHANET VE KALLEŞLİKLE işkence de insanın hayvan yüzünü görmeyeni kalmamış…
En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış…
En azı 10 ekonomik krizden nasibini almış…
Tecrübe abidesi yoklukla terbiye edilmiş, direnç abidesi bir nesil…
Bu nesil özel bir nesil, birbirini vatan için katletmiş…
Vurmuş, vurulmuş…
Dövmüş, dövülmüş…
Ne yaptıysa yoluyla yordamıyla kendi meşrebine uygun ahlakına yakışanı yapmış…
Düşmanında merdini aramış, buldu mu hakkını teslim edip onu da sevmiş…
Dostun namerdinden, arkadan hançerleyeninden nefret etmiş…
Birbirini yok etme pahasına ölümüne mücadele etmiş, ama neslini tüketememiş…
İntihar sayılmasın diye idam sehpalarına selam veren inançlı yiğitlerde, sırtından kurşunlanıp dostunun kucağında can veren ana kuzuları da bu nesilden çıkmış…
68’liler de 78’liler de bu neslin deli tayları, ipe sapa gelmeyen savaşçıları da bu neslin temsilcileri tarihe adlarını kanları ile yazmıştır…
Bunlar bu neslin üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama bu neslin istisnasız tamamı karşılıksız hesapsız bu vatanı sevmiş…
1950 ve 1970 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretim, çoğu yatılı okumuş, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış…
Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş…
En azı simitçilik, olmadı ayakkabı boyacısı, tamirci çırağı, inşatta amelelik, pazarcılık hamallık yaparak okul harçlığını çıkarmıştır…
Ne ailesine ne devletine ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuştur…
Muhanete muhtaç da olmamış, ezilmiş ama ezik kalmamıştır…
Aç, açık, evsiz yurtsuz, aşsız susuz kalmış, kimseye mudara etmemiş…
Eğilmemiş, el etek öpmemiş, aç yatmış, kuyruğu dik tutmuş…
Kan kusmuş, kızılcık şerbeti içiyorum demiş…
Dik durmuş dikleşmemiş kendi şahsına münhasır özel bir nesildir…
Görevini, sorumluluğunu bilen… Onuru için bir pireye bir yorgan yakan, öfkeli hırçın bir acayip nesil bu 1950 ile 1970 yılları arasında doğan dinazorlar…
İyi bakın, bunlar bu son kalan kadife ye sarılmış çelik yumruk misali yumuşak gözüküp indiği yeri dağıtan bu özel neslin öfkesinden sakının…
Bu soyu tükenen son kalanlarına aşağıdaki resimlerde iyi bakın…
Bunlar kimi sokakta oyun arkadaşım, kimi ilk okul arkadaşım…
Kimisi öğretmen okulunda aşımı paylaştığım kader arkadaşım…
Kimisi üniversitede silahındaki son kalan mermiyi çatışmada kendimi korumam için benimle paylaşan dava, silah can arkadaşım…
Kimi de DÖRT duvar arasında çıkan isyanda sırtımı dayadığım cezaevi Yusufiye ,Taş medreseli arkadaşım…
Kimisi de Anadolu yollarında ömrümüzü adadığımız bir ülkü, bir ideal dava uğruna bir ömür feda ettiğimiz yol arkadaşlarım…
Bunlara iyi bakın, Sizin evinizde de bu resimdekilerden kalan varsa bunları korumaya alın…
Çünkü bunların nesilleri tükenmek üzere…
Bunların üretimi sonlandı…
Kullanım sureleri doldu, tedavülden kalktı…
Neden bu nesil özel biliyor musunuz..?
Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet geçti…
Dozer gibi dünya milletleri ezdi geçti…
Hayat bu nesli sınadı, demedi, çarkının dişlilerin den öğüttü ama tüketemedi…
Bu çarktan kurtula bilen kurtuldu…
İşte bu gün nesli tükenen çarkın dişlileri arasından yaralı kurtulan bu nesil, yaralı da sakat da olsa yine de şükretmeyi, tevekkülü, sabırlı davranmayı yasamayı hayatta kalmayı bildi…
Bu nesil, ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını, ölümüne yoldaşlığı, mezara kadar arkadaşlığı bildi…
Dostu için can vermeyi de, elindeki son lokmayı paylaşmayı da, sadakati de vefayı da bildi…
Bu nesil, katı, aksi, deli, serttir…
Bir o kadarda merttir, hoş görülü ve merhametlidir…
Bu neslin yaşarken öğrendikleri bilgi ve kaybederken edindikleri tecrübe en büyük servetidir…
Yani bu 1950 ve 1970 yılları arasında doğan dinazorlar tam bir müzelik antika nesildir…
Onun için 1950 ile 1970 yılları arasında doğmuş, hala inadına yaşayan, ana baba, amca, dayı, teyze, hala, yenge dede anneanne babaanne her neyiniz varsa değerini bilin..!
Çünkü bunlar elinizdeki son değerli hazinelerinizdir…
Oturun onlarla konuşun, dinleyin onlardan geçmişi öğrenin…
Sonra arar da bulamazsınız…
Çünkü onlar yakın tarihin son canlı kaynak kişileri, her biri iki ayaklı sözlü yakın tarih kitabıdır…
Benden söylemesi…
Vesselam…
(alıntı)
Hepsi şahsına münhasır özel üretilmiş, yokluklar içinde yetişmiş yaralı bir nesil…
KİM BUNLAR?
1950 ile 1970 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş en genci 50, en delikanlısı 70 yaşında HALA 18’LİK DELİ TAYLAR GİBİ İDEALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞAN HESAPSIZ BİR NESİL..?
Hiçbirinin altına hazır bez bağlanmamış…
Höllük üzerinde yatmış, şeker çuvalından pantolon, canik lastikten ayakkabı giymiş…
Evde inek beslemiş, kendine okulda ABD süt tozu içirilerek beslenmiş, bir garip nesil…
Hiçbirinin renkli çocukluk resmi olmamış…
Hatta hiç bebeklik çocukluk resmi olmamış…
Hiç biri kreş, dershane, özel okul görmemiş…
Ama hepsi profesörlere ders verecek kadar bilgi sahibi olan bir tuhaf nesil…
Harp görmüş, darp görmüş…
Baskı, çatışma, sorguda işkence görmüş…
Karakolda sorgu da Filistin askısını, ceza evini de isyanla tanışmış…
İHANET VE KALLEŞLİKLE işkence de insanın hayvan yüzünü görmeyeni kalmamış…
En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış…
En azı 10 ekonomik krizden nasibini almış…
Tecrübe abidesi yoklukla terbiye edilmiş, direnç abidesi bir nesil…
Bu nesil özel bir nesil, birbirini vatan için katletmiş…
Vurmuş, vurulmuş…
Dövmüş, dövülmüş…
Ne yaptıysa yoluyla yordamıyla kendi meşrebine uygun ahlakına yakışanı yapmış…
Düşmanında merdini aramış, buldu mu hakkını teslim edip onu da sevmiş…
Dostun namerdinden, arkadan hançerleyeninden nefret etmiş…
Birbirini yok etme pahasına ölümüne mücadele etmiş, ama neslini tüketememiş…
İntihar sayılmasın diye idam sehpalarına selam veren inançlı yiğitlerde, sırtından kurşunlanıp dostunun kucağında can veren ana kuzuları da bu nesilden çıkmış…
68’liler de 78’liler de bu neslin deli tayları, ipe sapa gelmeyen savaşçıları da bu neslin temsilcileri tarihe adlarını kanları ile yazmıştır…
Bunlar bu neslin üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama bu neslin istisnasız tamamı karşılıksız hesapsız bu vatanı sevmiş…
1950 ve 1970 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretim, çoğu yatılı okumuş, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış…
Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş…
En azı simitçilik, olmadı ayakkabı boyacısı, tamirci çırağı, inşatta amelelik, pazarcılık hamallık yaparak okul harçlığını çıkarmıştır…
Ne ailesine ne devletine ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuştur…
Muhanete muhtaç da olmamış, ezilmiş ama ezik kalmamıştır…
Aç, açık, evsiz yurtsuz, aşsız susuz kalmış, kimseye mudara etmemiş…
Eğilmemiş, el etek öpmemiş, aç yatmış, kuyruğu dik tutmuş…
Kan kusmuş, kızılcık şerbeti içiyorum demiş…
Dik durmuş dikleşmemiş kendi şahsına münhasır özel bir nesildir…
Görevini, sorumluluğunu bilen… Onuru için bir pireye bir yorgan yakan, öfkeli hırçın bir acayip nesil bu 1950 ile 1970 yılları arasında doğan dinazorlar…
İyi bakın, bunlar bu son kalan kadife ye sarılmış çelik yumruk misali yumuşak gözüküp indiği yeri dağıtan bu özel neslin öfkesinden sakının…
Bu soyu tükenen son kalanlarına aşağıdaki resimlerde iyi bakın…
Bunlar kimi sokakta oyun arkadaşım, kimi ilk okul arkadaşım…
Kimisi öğretmen okulunda aşımı paylaştığım kader arkadaşım…
Kimisi üniversitede silahındaki son kalan mermiyi çatışmada kendimi korumam için benimle paylaşan dava, silah can arkadaşım…
Kimi de DÖRT duvar arasında çıkan isyanda sırtımı dayadığım cezaevi Yusufiye ,Taş medreseli arkadaşım…
Kimisi de Anadolu yollarında ömrümüzü adadığımız bir ülkü, bir ideal dava uğruna bir ömür feda ettiğimiz yol arkadaşlarım…
Bunlara iyi bakın, Sizin evinizde de bu resimdekilerden kalan varsa bunları korumaya alın…
Çünkü bunların nesilleri tükenmek üzere…
Bunların üretimi sonlandı…
Kullanım sureleri doldu, tedavülden kalktı…
Neden bu nesil özel biliyor musunuz..?
Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet geçti…
Dozer gibi dünya milletleri ezdi geçti…
Hayat bu nesli sınadı, demedi, çarkının dişlilerin den öğüttü ama tüketemedi…
Bu çarktan kurtula bilen kurtuldu…
İşte bu gün nesli tükenen çarkın dişlileri arasından yaralı kurtulan bu nesil, yaralı da sakat da olsa yine de şükretmeyi, tevekkülü, sabırlı davranmayı yasamayı hayatta kalmayı bildi…
Bu nesil, ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını, ölümüne yoldaşlığı, mezara kadar arkadaşlığı bildi…
Dostu için can vermeyi de, elindeki son lokmayı paylaşmayı da, sadakati de vefayı da bildi…
Bu nesil, katı, aksi, deli, serttir…
Bir o kadarda merttir, hoş görülü ve merhametlidir…
Bu neslin yaşarken öğrendikleri bilgi ve kaybederken edindikleri tecrübe en büyük servetidir…
Yani bu 1950 ve 1970 yılları arasında doğan dinazorlar tam bir müzelik antika nesildir…
Onun için 1950 ile 1970 yılları arasında doğmuş, hala inadına yaşayan, ana baba, amca, dayı, teyze, hala, yenge dede anneanne babaanne her neyiniz varsa değerini bilin..!
Çünkü bunlar elinizdeki son değerli hazinelerinizdir…
Oturun onlarla konuşun, dinleyin onlardan geçmişi öğrenin…
Sonra arar da bulamazsınız…
Çünkü onlar yakın tarihin son canlı kaynak kişileri, her biri iki ayaklı sözlü yakın tarih kitabıdır…
Benden söylemesi…
Vesselam…
(alıntı)
19 Aralık 2019 Perşembe
YEPYENİ YILLARA
Mevlana’nın bu güzel sözleri, her yeni yılda aklımdan geçen dizelerdir. Geçen yıllar yerine, gelen yıllar hakkında bir şeyler yazmak, hem kendimiz hem toplum adına daha faydalıdır.
Biz değil miyiz?
Bizi rahatsız eden anıları asla unutmayan ve teybin geri tuşuna basarak yine aynı olaylara üzülen, hatta ağlayan. Kırgınlığa, müşkülpesentliğe ve kötümserliğe biraz ara verelim.
Her yeni yılı gerçekten bir başlangıç olarak hedeflersek; aklımızı güzel şeylere, sadece iyiye kanalize edersek; toplum olarak daha iyi noktalara gelebileceğimize inanıyorum.
12. yüzyıla ait bir Astronomi kitabından alınmış bir yeni yıl davetiyesi elime geçmişti bir zamanlar. Şöyle bir yazı yazıyordu... “Eğer yeni yıl pazartesi günü başlarsa; bu barış ve mutluluğun işareti sayılır. O yıl çocuklar çoğalır, ticaret canlanır, bol yağış olur, tarımda verim yükselir, denizlerde çok iri balıklar bulunur” diye.. Yazıyı okuyunca bu yıl pazartesi ile başlar inşallah diye düşünürken, Çarşamba'ya gelince bilemedim.
2019’ den 2020’e geçerken, bütün hayatımız gözümüzün önünden bir 'film şeridi' gibi geçmese de, oturup şöyle bir 'hayat muhasebesi' yaparız. Artılarımızla, eksilerimizle, nereden geldik, nereye gidiyoruz... Nereden geldiğimiz bir müddet sonra önemli olmaz, bundan sonra nereye gidiyoruz diye sorarız kendimize daha çok. Yeni yılda herkes bir umudun sevincini sıcaklığını yaşamak ister, bu nedenle eski yılın kötülükleri alıp götüreceğine ve yeni yılın iyilikleri getireceğine inanmak ister. Bu inançla eski yılı uğurlayıp, yeni yıla girerken eğlenmek ister.
Bir de yeni yıla girerken tüm televizyon kanallarında sorulan sık sorulardan biri gelir aklıma. “Yeni yıldan beklentileriniz nelerdir?” diye. Yaşı kemale ermiş kişiler, memleketimizin huzur ve ferahı, bedenimizin sağlığı diye başlarlar.
Bir de elden ayaktan düşünce yalnız kalmamak... Yaşlı bir amcanın şu esprili sözü çok hoşuma gitmişti. Yeni yıldan tek dileğim; Umarım eşim benden çok yaşar da ben yalnız kalacağıma o yalnız kalır! Yani kısaca, içi her zaman yaşama sevinciyle dolu olan gence, yaşlıya, herkese “Kıpır kıpır bir yeni yıl” olsun inşallah.
2020’de sizlere çok tanıdık gelen, sağlıklı, mutlu ve başarılı yıllar dilemek yerine, önce kendiniz, sonra başkaları için yapılacak güzelliklerle dolu yeni bir yıl diliyorum,
Unutmayın; bu sadece bir yerlerde çalışmak, bilfiil üretmek değil, her koşul ve ortamda üretebilmektir.
Sevginizi doyasıya yaşayın ve o sevgiyle yeni sevgi köprüleri kurun.
20 Mayıs 2019 Pazartesi
ESKİ FOTOĞRAFLARIMIZI HİSSEDEBİLMEK
Eski fotoğraflara bakmak demek, kimi zaman resimdeki kişilerinin hüznünü hissetmek, kimi zamansa onların duyduğu neşeyi yakalamak demektir.
Murathan Mungan bir kitabında eski fotoğraflar için o kadar güzel bir tabir kullanmıştı ki, annemin albümünde karşılaştığım bu güzel fotoğrafları görünce birden aklıma bu sözler geldi. "Eski fotoğraflar bizim olmadığımız zamanları aktarıyor. Bir fotoğraf belki bir insan için bir anı, ama zaman içersinde o fotoğraflar geçmişe açılan bir kapı haline geliyor. Kıyafetlerde, mekanlarda, takılarda, insanların duruşlarında, gülüşlerinde, geçmiş tüm haşmetiyle karşımıza geliyor."
Gerçekten de şimdiki zamanın dijital fotoğrafçılığında bu keyfi çok yaşamıyoruz, belki de şimdilik böyle düşünüyoruz.
Yıllar yıllar sonra yeni teknolojiler çıktığında, fikrimiz değişebilir.
Mesela bu resim. Cağaloğlu Akşam Kız Sanat okulu öğrencilerinin 1958 yıllarında birlikte çektirdikleri resim.. Bu resim benim annemin okul hayatından çekilmiş. Burdaki kızlar acaba şimdi nerelerde... Resimdeki sağdan üçüncü olan güzel kızcağız benim annem... O şimdilerde 3 çocuk annesi, torunları, eşi, kardeşleriyle hayatını çok güzel geçirmiş dost zengini 80 yaşına basacak tonton bir ihtiyar. Ya diğerleri..
Nerdeler, nasıl bir hayat yaşadılar kimbilir.
Mesela; Cağaloğlu Yokuşundan çıkan aşağıda resimdeki 3 kızcağız hayatlarını nasıl geçirdi. Ortadaki annem, ama ya diğerleri şimdi nerelerde, ne acılar çekti, nelere sevindi. Acaba hayattalar mı hala? Hayat onlara nasıl bir yol çizdi acaba... O tarihlerde çekilmiş bu resimlerinin bir bloğa konu olacağını tahmin edebilirler miydi? Hatta belki de nostaljik resimler arasına girecek bu resimleriyle kalıcı olabileceklerini, hatta ortadaki kızın yıllar sonra doğacak çocuğunun bloğunu renklendireceğini bilebilir miydi?
Aşağıdaki resimler belki de bir bayram sabahı çekilmişti, büyükanne büyükbaba, ve kucaklarında şu an 80 yaşında annemle...
Dolapta bekleyen ceket ve beyaz gömleğin özenerek giyildiği, çocuklarında yeni dikilmiş pantolon ve örülmüş süeterlerle süslendiği bir bayram sabahını anlatıyor belki de. Adana'dan gelen misafirleri İstanbul'da gezdiren anneannem var bu resim de...
Onun sevincini, Eyüp oyuncağı alınarak mutlu edilmiş çocukları anlatıyor bu resimler belki de...
Mesela; aşağıdaki İstanbul Haliç manzarasını arkasına alarak güzel bir poz veren teyzemiz şu an bu resmi bana verdiğinde 77 yaşında idi. Ama şimdilerde kendisini kaybettik. İyi ki bana bu resmi bu yazıma koymam için vermişti. Resim tam İstanbul'un değişimini anlatan bir resim. 60 li yılların moda dergisinden çıkan resimler gibi harika elbiseyle....
O tarihlerde bayramlıkları giydirilen çocuklar, muhakkak mahalle de bulunan bir fotoğrafçıya götürülerek, stüdyo resimleri çekilirdi. Mesela babam Kadıköy'de bulunan bir fotoğrafçıya uğramadan bayramda bizi gezmeye götürmezdi. Önce yeni giydiğimiz kıyafetlerimizle resimlerimiz çekilir, ondan sonra el öpmeye gitmelere başlanırdı.
Ya da mesleğini ölümsüzleştirmek için ekmek sandığıyla stüdyoya gidilerek an ölümsüzleştirilir.
Aşağıda resimde ki babam bu resmini çektirirken hiç tahmin eder miydi, şimdilerde lahmacun yazılan tüm etiketlerde kendi resminin internetlerde dolaştığını... Zamanının ötesine iletecek bir şeyiniz varsa, anı defteri yazın veya resim çektirin derim ben.
Tıpkı babam gibi zamanının ötesine iletebildiği bu resim gibi..
Bazen de bir cam önünde, evde yemeklere koyduğumuz Vita kutuları onlara dekor olmuştu. Ama bu resimler aslında zamanında bir amaç için çektirilmiştir belki de. Geleceğe sunulan bir mesaj kutusu aslında bu resimler. Annem vitaları temizleyip içine çiçekler ekip, bir de babaannemi alıp resim çektirirken ne bilirdi ki, yıllar sonra Vita yağı kalmayıp, bu resim nostaljinin de tam kendisi olacağını...
Birgün can sıkıntısından yapacak bir iş bulamayan bir el, albüm yapraklarını karıştırınca gün yüzüne çıkarlar. Her resme bakarken o an ki yaşanmışlıklarımızın hüznü veya sevinci yaşar yüreklerimizde.
İşte elime geçen bu fotoğraf karelerinde, geçmez, bitmez dediğimiz bir solukluk anlarımızın hatıralarını hissettim. Annemin o Cağaloğlu Yokuşundan okuluna giderken ki genç kızlık hayallerini hissettim. Bir anlık çekilmiş bir fotoğraf aslında bilinmez bir ömre gidiyor.. Onu gelecekte bizler bekliyorduk. Ama o an bunu bilmiyordu.. İyi ki o koşar adımlarla çıkmış yokuşları bizlerle karşılaşmış. İyi ki annem olmuş... Dediğim gibi bu fotoğraflarda kimi zaman hüznü hissettim, kimi zaman neşeyi hissettim. Kısaca bu fotoğrafları tek tek özümledim, bu fotoğrafları dinledim.
"Kaybetmeyin o fotoğrafları, kaybolan dünümün son yadigarını"
Bir karelik, siyah beyaz da olsa, bir ömre sığdırabileceğimiz mutlu ve yaşanmış anılarımızın olması dileğimle siz de çıkarın albümlerinizden büyüklerinizin anılarını...
Bir karelik, siyah beyaz da olsa, bir ömre sığdırabileceğimiz mutlu ve yaşanmış anılarımızın olması dileğimle siz de çıkarın albümlerinizden büyüklerinizin anılarını...
Sanal da olsa yayınlayın sosyal medya da..
Hissedelim onları, yad edelim geçmişi.
Kimi zaman gülerek, kimi zaman hüzünlenerek...
3 Mayıs 2019 Cuma
TÜRK MÜZİĞİNİN ALMANYA'DAKİ SESİ
Türk Müziği Gönül Dostları Kültür Derneği...
İlk okuduğunuzda, her yerde kurulabilecek olan, müziği sevenlerin oluşturduğu bir dernek olarak düşünebilirsiniz.
Oysa bu dernek, Almanya'da yaşayan Türk'lerin kendi kimliğini ispatlamaya çalıştığı, 1970'lerden beri süregelen çalışmalarının en güzel örneği... Türk kültürünü Avrupa'ya duyurmayı başarmanın bir öyküsü.
Yani bir nevi Türk'ün ayak izi gibi, Türk'ün sesi gibi.
Derneğin Dünden bugünü
Nedir bu derneğin amacı diye baktığınızda, resimdeki son satır beni etkiledi. "Türk Kültürünü unutturmamak" Türk kültürünü 3. kuşaklara da kadar duyurabilmeyi başarmak. Asıl duygu da burada ortaya çıkıyor.
Çünkü bu dernek bilindik, yaşını başını almış, Türk müziğine özlem duyan kişilerin müziğimizi icra etmelerinin dışında;
Pop korosuyla ikinci kuşak gençlerin,
Çocuk korosuyla da üçüncü kuşak çocuklarının kültürlerine sahip çıkmalarını amaçlıyor. Bunu çok da güzel başarıyor. Nereden böyle bir kanıya vardınız derseniz, yapmış olduğu çalışmalar ve konserler bize bunu kanıtlıyor.
Türk Müziği Gönül Dostları Derneğinin Kurucu Başkanı Selma Ateş ile yaptığımız bir görüşmede derneği hakkında bize şu bilgileri verdi.
"2013 yılında sivil toplum kuruluşu olarak kurulan Derneğimizin oluşum gayesi Türk Müzik Kültürünü yaşatmak ve bu kültür ürünlerini yeni nesil ile buluşturmaktadır. Bunu yaparken kendi değerlerimizi birlikte yaşadığımız toplumun fertleri ile de tanıştırmak da hedeflerimiz arasında yer almaktadır. Yetenekli insanlarımıza enstrüman çalmayı öğretmek, şan dersleri vererek, icracı ve müzisyenler yetiştirmek için çalışıyoruz. Gençleri sanatla buluşturmak amacıyla Türk Müziği Gönül Dostları Koromuzun yanı sıra Derneğimiz çatısı altında Pop Müzik ve Çocuk Korolarını da kurduk. Bu iki koromuz da faaliyetlerini sürdürmektedir."
2014'de bloğumda yazdığım Almanya hakkında aşağıda tıklayarak okumanızı önerdiğim linkimde şöyle bir cümle kullanmıştım. Bu cümleyi bu dernek çalışmalarını görünce yanlış kullandığımı hissettim. Cümle şöyleydi;
ALMANYA, ALMANLAR, ALMAN-CILAR…
Aslında kelimenin tek anlamıyla GURBETÇİLER...
ONLARIN ÖMRÜ GURBETTE GEÇECEK.
BİR DARACIK YERLERİ DE YOK
OTURUP DERTLERİNİ DÖKECEK
BELKİ DE GERÇEK VATANLARI DA YOK.
https://serpillehayatadair.blogspot.com/2014/03/almanya-ikinci-vatan-mi-gercek.html (linki tıklayarak Almanya yazımı da okuyabilirsiniz.)
Ama şimdi bu düşüncem tamamıyla değişti.. Türk Müziği Derneğinin 3 kuşağı da kendini hiç bir şekilde harcanmamış ve sağlam adımlarla Almanya'ya kendini kanıtlamaya başlamış bile.
Dernek, her yıl sonu yapmış olduğu konserlerinde Türkiye'den de önemli sanatçılarını konuk etmişler. Bunlardan bazıları, Muazzez Ersoy, Linet ve TRT Radyosunun birbirinden değerli sanatçıları.
Çocuk Korosu 'da konserlerde yerlerini almaya başlamış, 1970'lerde söylenen şarkının Almanya'da yaşayan yeni nesillerden duymak için aşağıdaki videoyu izleyebilirsiniz.
Koroyla birlikte Ritm Dersleri de veren dernek, 4 kadın katılımcıdan oluşan güzel de bir ritm grubu da kurmuş. Şarkı söylemenin yanında, ritmi de hissetmek isteyenler için de Darbuka kursu açılmış.
Derneğin kurucusu Selma Ateş aslında 3 çocuk annesi. Ekibini sadece aile üyelerinden oluşturarak ilk başlarda kurmuş, şu an da da "4. çocuğum" dediği derneğini geleceğin nesillerine aktarmak en büyük dileği..,
Ben de Türkiye'den Türk Müziğini duyuran bu derneğe başarılar diliyor ve gururlandığım için bu yazıyı yazdığımı belirtmek istiyorum.
Türk'lerin Almanya'da ve diğer ülkelerde her dalda ve her koşulda nice başarılarını görebilmek umuduyla....
2 Nisan 2019 Salı
COĞRAFYA KADERDİR
İbni Haldun'un "Coğrafya Kaderdir"cümlesini ilk duyduğumda, işte dedim, bu hafta ki bloğumun konusu bu olmalı.
Çok sevdiğim arkadaşımın kızı Gözde'ciğimin konudan bahsetmesi, Coğrafya Kaderdir cümlesini araştırmasıyla harika bir tespit diye heyecanlandım ve biraz gecikmeli de olsa kaleme aldım.
Coğrafya gerçekten de kader midir dersek evet kadermiş. Google biliyorsunuz ki arama motoru ve bizim elimiz kolumuz.
Google arama motoruna Türkçe "Emekli İnsanlar" yazdığınızda karşınıza kuyruk bekleyen yaşlılar, mutsuz insanlar çıkarken..
İngilizce karşıtı retired people yazdığınızda ise, karşınıza çıkan görsel coğrafyanın gerçekten de kader olduğunu anlatıyor.
Çünkü yabancı ülkelerde "Emekli İnsanlar yani retired people" yazıldığında karşınıza gülen ve gezen insan profilleri çıkmaktadır.
Ve o retired people'laaaaar
bebeklerine emeklerken de seviniyor,
yaşlıyken emekli olduklarında da seviniyor.
Bizde ise hep üzüntü, hep üzüntü, yine mi keder, ama artık yeter diye bağırıyor emekliler Sezen Aksu şarkısındaki gibi..
Bizde ise hep üzüntü, hep üzüntü, yine mi keder, ama artık yeter diye bağırıyor emekliler Sezen Aksu şarkısındaki gibi..
Doğana üzülüyor bu dünyaya gelinir mi diye, emeklisine üzülüyor bu coğrafya da yaşanır mı diye? (Aşağıdaki videoyu da tıklayınız, o şarkı çalar iken, siz emekli emekli yazının devamını okuyunuz)
Oysa emeklilik ne demekti ya!!!..
Oooo bana çok uzak...
Emeklilik mi düşünemiyorum bile dediniz, dediniz...
Ne oldu, göz açıp kapayıncaya kadar emeklilik kapıya dayandı.. Sanki hiç çalışmamış gibi olduk. Google'daki gibi mutlu görünmeyi istesek de hayat gaileleriyle ezildik durduk.
Ne oldu, göz açıp kapayıncaya kadar emeklilik kapıya dayandı.. Sanki hiç çalışmamış gibi olduk. Google'daki gibi mutlu görünmeyi istesek de hayat gaileleriyle ezildik durduk.
Yani; kısaca emeklilik yeni bir şeye adım atmaktır diye mutlu olmaya çalışıyoruz. Yeni bir hayat, ikinci bahar, meşgale bulursan da hoş, kendine ayrılan zaman diye avunuyoruz.
Bir de Polyanna hesabı, emekliliği eğlenceli hale getirmeye çalışıyoruz. İnternette geziniyoruz, inşallah birgün... birgün.... bizde öyle olabiliriz belki diye bakıyoruz.
Ama çalışan ile emekliyi karşılaştırıp belki de biz de google görsellerinde değil, içimizden gülümsüyoruzdur.
Nasıl mı?
EMEKLİ olarak, zamanınızı geniş bir yatakta, rahat koltukda geçirebilirsiniz.
ÇALIŞAN olarak, zamanının çoğunu sert sandalyede geçirirsiniz.
EMEKLİ olarak, üç öğün bedava yemek yersiniz, ( ne bedavası ya.. kim demiş.. telefon parası, herşey o kadar artıyor ki.. en basiti kahvaltı etmeden işe gidenler... bir sürü kahvaltılık alıyor... ama maksat emekli övmek ya.. bedava diyelim bozmayın işte..)
ÇALIŞAN olarak, tek bir yemek arası vardır, onu da kendisi öder..
EMEKLİ olarak, iyi davranışınızdan dolayı serbest zamanla kendinizi ödüllendirirsiniz...
ÇALIŞAN olarak, iyi davranışınızdan dolayı daha çok işle ödüllendirilirsiniz.
EMEKLİ olarak, kendi kapınızı kendiniz kilitler, istediğiniz gibi girer çıkarsınız.
ÇALIŞAN olarak, bütün kapıları kendiniz açıp kapadığınız gibi bir de güvenlik kartı taşırsınız.
EMEKLİ olarak, TV seyredebilir ve oyun oynayabilirsiniz.
ÇALIŞAN olarak, TV seyreder veya oyun oynarsanız kovulursunuz.
EMEKLİ olarak, kendi tuvaletiniz vardır.
ÇALIŞAN olarak, Bir sürü insanla paylaşırsınız
EMEKLİ olarak, aileniz ve arkadaşlarınız sizi ziyaret edebilir.
ÇALIŞAN olarak, onlarla konuşabilmeniz bile zordur.
EMEKLİ olarak, çalışmadığınız halde maaş gününde paranız gelir. Az da olsa "şükür" deyin.
ÇALIŞAN olarak, işe gitmek için gereken tüm harcamaları kendiniz yapar, üstüne üstlük vergi verirsiniz. İşten anında kovulmakta cabası.
SİZCE.... HANGİSİ DAHA İYİ GÖZÜKÜYOR?
Birde bunları okurken gülen yüzünüzü resimleyip, google koyarsanız, işte bizim de gülen emeklimiz olur.
Biraz da pozitif düşünelim.
Hepimiz iyi şartlarda, sağlıklı bir emeklilik hayatıyla sonlanmayı isterdik.
Ama Coğrafi kader engelledi işte. Kaderden kaçınılmaz. Yoksa devlet büyüklerim yapardı belkim.
Geçen yıllar yerine, gelecek yıllar için umudumuzu kaybetmeden,
önce kendimiz, sonra da başkaları için yapılacak güzelliklerle dolu bir emekli yılları diliyorum herkese.
Hepimiz iyi şartlarda, sağlıklı bir emeklilik hayatıyla sonlanmayı isterdik.
Ama Coğrafi kader engelledi işte. Kaderden kaçınılmaz. Yoksa devlet büyüklerim yapardı belkim.
Geçen yıllar yerine, gelecek yıllar için umudumuzu kaybetmeden,
önce kendimiz, sonra da başkaları için yapılacak güzelliklerle dolu bir emekli yılları diliyorum herkese.
UNUTMAYIN; İNSANIN SADECE BİR YERLERDE ÇALIŞARAK BİLFİİL ÜRETMESİ DEĞİLDİR ÖNEMLİ OLAN,
ÖNEMLİ OLAN HER KOŞUL VE ORTAMDA ÜRETEBİLMEKTİR.
ÖNEMLİ OLAN HER KOŞUL VE ORTAMDA ÜRETEBİLMEKTİR.
Bu coğrafi kaderde de iyi emeklilikler ve bol üretimli günler dilerim.
16 Şubat 2019 Cumartesi
GİZEMLİ SAYILAR

Sayılar 0 ile başlar, sonsuza kadar gider.
Bazı sayılar vardır ki; himmetinden sual olunmaz.
Bunlardan bir 7'dir. Yazıyla YEDİ ...
Diğeri de 40'dır. Yazıyla KIRK...
Bu sayıların oldukça ilginç bir gizemleri vardır. Sanki tüm olaylar bazı gizemli sayılara bağlanmıştır.
Bende yoğun merak uyandıran ve aynı zamanda da doğum tarihim olan 7 sayısının nedenlerini sorarak yazıma başlayayım.
Pamuk prensesin cüceleri niye 7 tanedir?
İstanbul niçin 7 tepedir?
Türkiye niye 7 bölgedir?
Dünya niçin 7 kıtadır?
Soyunuz niye 7 göbektir?
Gökyüzü niye 7 kattır.
Dünyanın neden 7 haritası vardır?
Hafta niçin 7 gündür?
Gökkuşağı neden 7 renktir?
Gül neden 7 verendir?
Ejderha neden 7 başlıdır?
Neden 7 düvele meydan okurlar?
Niçin müzik notası 7 notadır?
Prematüre doğan çocuklardan 8 aylık olan hemen ölür de, 7 aylıklar niye yaşar?
Neden insan 7 'sinde neyse, 70' sinde aynıdır?
Neden pis 7'lidir?
Niye 7 kocalı Hürmüz'dür?
James Bond neden 007'dir?
Hayvanlarda boyun omuru neden 7'dir?
Zindan niye 7 kuledir?
Okula niye 7 yaşında başlanır?
Cennet ve cehennem neden 7 kattır?
Kurban da dana hissesi niye 7'dir?
Niye 7 uyurlardır?
Biri ölünce neden 7'sinde okunur?
Niye 7 kat yerin dibi?
Niye 7 sülaleni.......... (burda keseyim)
Bir de mukaddes 40 vardır ki mitolojiden tutun, dinlerde bile mukaddestir.
Bebeklerin neden 40'ı çıkar?
Ölünün niye 40'ı okunur?
Kırk eren veya kırk şaman tarafından korunan kişilere neden 40'lı denir?
Nuh'un gemisi selde neden 40 gün gezinmiş?
Hz. Musa‘nın Sina dağına gidişi neden 40 gün sürmüştür?
Kur’an'da 40. sure Mü’min Suresi‘dir. Anlamı inanan, teslim olan, kabul eden, tamama erendir.
Beş vakit namaz sünnetleri ile beraber 40 rekattır.
Hz. İsa‘nın çölde geçirdiği süre 40 gündür.
Hz. Ömer 40. Müslümandır.
Hz. Muhammed‘e 40 yaşında peygamberlik verilmiştir.
Türk halk inancında Kırk Evliya kavramı vardır.
Hristiyan Türklerde Kırk Aziz kavramı vardır.
Bir duayı 40 kere okumak gerektiğine inanılır.
Bir şey kırk kere söylenirse o şeyin olacağına inanılır.
Neden düğünler kırk gün, kırk gece yapılır?
Neden Kırk katır mı? Kırk satır mı?
Neden Kırk yıllık dost olunur?
Kahvenin hatırı neden kırk yıl sürer?
Kırk kübün, kırkının da kulpu kırık küptür.
41 kere maşallah demezsek ne olur?
Bir yastıkta kırk yıl kocamak neden önemlidir?
Barış Manço Bir yastıkta 40 yıl Süper Babaanne
Blog yazmak için 40 fırın ekmek yemek önemli midir?
Bende 40 yılda bir böyle niyesi soruları sorup, yedi düvele sesimi duyurmak istedim. Belki 40 bin takipçim olur da, bende 7/40 mutlu olurum diye mi?
Ben de ayın 7.sinde doğmuşum. Yaşımın 40'ında da emekli olmuşum. Bunu da literatüre bu şekilde eklediğim vakit, rakamların gizeminde bir hikmet vardır diye düşünürüm. Bu yazıma da bir 40 yorum alırsam, hikmetinden sual olunmaz der geçerim.
Ama bir diğer sayı vardır ki, o da 3'dür.
Allah'ın hakkı 3'tür diye başlanır. Bunda soru olmaz. Neden 7'dir, neden 40'dır diye.
Allah korusun diye 3 kere masa tıklatılır.
Ekmek yere düşünce 3 kere öpülür başa konur.
Kur'an 3 kere öpülür.
3 vakte kadar herşey olabilir hayatımızda.
Eğer Hristiyansa bir kişi, o da "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh" diye üçler düşüncesini.
Eğer İslamiyetse yolu, 3 derece sufiliktir yolu. Şeriat, tarikat ve hakikat. Kötülüğe teşvik eden ruh, suçlayan ruh, huzur içindeki ruhdur diye 3'e ayrılır ruhu...
İnsan vücudu 3 bölgedir. Baş, göğüs, karın, Baş akıl, göğüs istemi, karınsa arzuyu simgeler.
Yazı yazmak istersek, giriş, gelişme sonuç diye 3'e ayırırız.
Maddeler ateş, su, hava iken,
Ruh, can, beden ile varlığımız üç şeyle şekil bulur.
Napolyon'a göre değer, 3 kez para, para, para
Türkler her zaman övünür "Vatan, Millet, Sakarya"
3 değer vardır bizim için hayatta
At, Avrat, Silah'la övünür Türk erkeği..
Dilek dilemek istersek 3 dilek söylememiz yeterli...
İşte bu sayılarda niye böyle bir gizem var bilinmez.
Derler ki, 3'ler, 7'ler, 40'lar anlayışı, yücelik mertebelerini işaret eden rakamlardır. Ben sadece merak ettim. İnceledim.
3 vakte kadar da yeni bir konuyla karşınızda olmayı hedefledim.
Ama bir diğer sayı vardır ki, o da 3'dür.
Allah'ın hakkı 3'tür diye başlanır. Bunda soru olmaz. Neden 7'dir, neden 40'dır diye.
Allah korusun diye 3 kere masa tıklatılır.
Ekmek yere düşünce 3 kere öpülür başa konur.
Kur'an 3 kere öpülür.
3 vakte kadar herşey olabilir hayatımızda.
Eğer Hristiyansa bir kişi, o da "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh" diye üçler düşüncesini.
Eğer İslamiyetse yolu, 3 derece sufiliktir yolu. Şeriat, tarikat ve hakikat. Kötülüğe teşvik eden ruh, suçlayan ruh, huzur içindeki ruhdur diye 3'e ayrılır ruhu...
İnsan vücudu 3 bölgedir. Baş, göğüs, karın, Baş akıl, göğüs istemi, karınsa arzuyu simgeler.
Yazı yazmak istersek, giriş, gelişme sonuç diye 3'e ayırırız.
Maddeler ateş, su, hava iken,
Ruh, can, beden ile varlığımız üç şeyle şekil bulur.
Napolyon'a göre değer, 3 kez para, para, para
Türkler her zaman övünür "Vatan, Millet, Sakarya"
3 değer vardır bizim için hayatta
At, Avrat, Silah'la övünür Türk erkeği..
Dilek dilemek istersek 3 dilek söylememiz yeterli...
İşte bu sayılarda niye böyle bir gizem var bilinmez.
Derler ki, 3'ler, 7'ler, 40'lar anlayışı, yücelik mertebelerini işaret eden rakamlardır. Ben sadece merak ettim. İnceledim.
3 vakte kadar da yeni bir konuyla karşınızda olmayı hedefledim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)