27 Haziran 2013 Perşembe

SON OSMANLI İMPARATORLUĞU, BAKLAVA İMPARATORLUĞU


Amerika’da yeni kurulan bir Türk Televizyon Şirketiyle küçük bir program deneme keyfi yaşamıştım. Türkiye'nin önemli konularını güzel bir dille ve kadınlara hitap eden bir gözle anlatmalıydım. . Programımın adı ne olmalı diye düşünürken yıllardır “Kesip Sakladıklarım” isimli defterimin ismi olmalıydı diye düşündüm. Sonra Küçük Mutluluklar isminde karar kılarak, bana göre keyifli bir deneyimle programımı  çektim. Programın hazırlanması, yapımı, sunumu tamamıyla bana ait olan,  çok güzel bir tecrübeydi. İnşallah montajlanmış halini de  bir gün yayınlayacağım.  Programda ne yapabilirim diye araştırırken, sırasıyla  Türkiye'nin değerlerini tanıtmak aklıma geldi.

İlk konumuz  "Son Osmanlı İmparatorluğu Baklava İmparatorluğu" idi.
Türkiye’nin mistik tatları, hazırlanışı, tarihi hakkında bilgiler veren ve bunu kadınlarla özleştiren, sonunda da küçük bir el sanatı işinin tarif edildiği bir programı hazırlayacaktım. Ama bu benim için çok ama çok güzel bir deneyim oldu. Çok zevk aldım. Bu zevki bana yaşattıran sevgili kardeşime de buradan çok ama çok teşekkürlerimi sunuyorum. Sağolsun, varolsun. Ölsem de gam yemem. Hani derler ya yapmak istediğiniz 3 şey nedir diye.. İşte bu deneyimim de bunlardan birisiydi.. 

Ben de bundan yola çıkarak size burada hazırladığım o konuları sanal ortamımızda da tanıtacağım. Sırasıyla Baklava, Mantı, Lokum, Kahve gibi özel mistik tadları sizlerle paylaşacağım. 

Baklava konusunu hazırlarken,  ilk aklıma gelen Karaköy’deki GÜLLÜOĞLU baklavaları ve Nadir Güllü idi.  Sabah kameraman arkadaşım Cevat Kelle diye espri yapmak isterdim ama yapamayacağım, kameraman Armağan arkadaşımla birlikte Karaköy’deki atölyeye sabah 08:30 itibariyle gittik.

Nadir Güllü bizi odasında karşılayarak enfes bir su böreği 
eşliğinde, daha önce televizyonlar tarafından çekilen belgeselleri izlettirerek programımızın alt zeminini  hazırlamamıza yardım etti. Sorularım ve çekim sıralamam hazır olmasına rağmen, Nadir Güllü bu konuda o kadar güzel bir sunum hazırlamış ki.. Program kendi akışıyla 3-4 saatlik bir çekimle bitti.

İlk önce birlikte Yufkaların hazırlandığı atölyeye inecektik. Tüm katlardaki özellikle tuvaletteki hijyene değindi. Tuvaletlere kadar gezdirdi.  Her sabah burada bir işçi edasıyla çalışmaya indiğini ve sabah performansını yerinde izlediğini söyledi.

Atölye kapısında Baklavanın tarihçesi ve bu mesleğe nasıl  

başladığı ile ilgili küçük bir sunumdan sonra içeri geçtik. 

İnanılmaz bir askeri ciddiyetle, tüm baklava ustaları sıraya dizildi. Bir usta “Dikkaaat “ diye bağırdı. Tüm ustalar eli göğsünde eğilerek birbirlerini selamladılar. Nadir usta da yufkaları kontrol etti. Tüm ustalar aynı tarz ve ses ahengiyle baklava yufkalarını açıyorlardı. Baklava oklavasının armut ağacından yapıldığını duymuştum. Bunu ustaya sordum. Gerçekten de  malzemenin onlar için çok önemi olduğunu söyledi.
Çok güzel bir tabloydu sergilenen. Fıstıklar antepten, Şebinkarahisardan ceviz diye tüm malzemelerin nereden olduğunu söyledi. Şu resimde baklavanın malzemelerinin Nadir usta tarafından ne kadar önemsendiğini anlatıyor.



Bu konudaki çalışmalarını şöyle anlatmaya başladı Nadir Usta.

Nadir Güllü, çocukluğundan beri fabrika çapında bir imalathane 

hayal edermiş. İşin başına geçince, bu hayalini gerçekleştirmek

 için kolları sıvamış. 1996 yılında Mumhane Caddesi’ndeki 

baklava fabrikasını kurmuş.” Her sabah buraya gelerek işin başına geçermiş. “İşçisi olmadığınız işin, ustası olamazsınız” onun yaşam felsefesiymiş. 3 S kuralımızda işimizde olmazsa olmazımız dedi.
Sevgi, saygı, sorumluluk.

Baklavanın iyisini de , insanın beş duyusu ile test edilerek anlaşılabildiğini belirtti. 

Görme duyusu ile testİyi baklava, daha vitrinde, tepside kendisini belli eder. İyi pişmiş baklavanın rengi, altın sarısına çalar. Eski ustalar, buna 24 ayar altın rengi derlermiş. Ayrıca baklava diri görünmeli, iştah çekmeli. Baklava tepsisinin boşalan yerlerinde fazla şerbet birikmişse, baklavanın ağır çekmesi için gereğinden fazla şerbet verilmiş olabilir. İyi baklavada şerbet kararında olmalı, baklavayı hem kilo olarak, hem tat olarak ağırlaştırmamalı.
İşitme duyusu ile test İyi bir baklavaya çatal batırıldığında, bir hışırtı duyulur. Bu, yufkanın ince açıldığını ve baklavanın iyi piştiğine işarettir. Yufkası ne kadar ince açılmış olursa, baklava o kadar iyi olur.
Koku alma duyusu ile test; Baklava ağza yaklaştırıldığında, buruna mis gibi sade tereyağı, harç olarak kullanılan ceviz veya fıstığın kokusu gelmeli. İyi baklava, her şeyden önce iyi ham maddeden oluşur.
Tat alma ve dokunma duyusu ile test; Baklavanın iyisi, kötüsü, asıl yenmesi sırasında belli olur. İyi baklava ağızda dağılır; damakta eşsiz bir tat bırakır; mideye de dokunmaz.


“Birkaç yıl bedava baklava ikram ettik. Bedava baklava ikramı için davetiye yerine geçen el ilânları bile bastırıp sokaklarda dağıttırdık.” diyor; “Baklavanın kilosu 5 lira idi. Ta Taksim’den, Nişantaşı’ndan, Şişli’den telefon ile sipariş verenlere yol masrafı almadan baklava gönderdik.”diyor baklavanın ilk kurucusu   Mustafa Usta. Yani Mustafa Güllü. Nadir Güllü'nün babası.

Baklavayı tanıtmak için Atlas Sineması’nda reklam filmi göstererek, gazete ve dergilere reklam vererek, Tünel ve tramvaylara reklam levhaları astırarak baklavayı tanıtmaya çalışmış. “Ama, asıl reklamı baklavamızı tadanlar yaptı.” diyor.

Mustafa Usta’nın bu çabaları 1953 yılından sonra semeresini vermeye başlamış. Dükkân Karaköy, Hayvar Han No: 23 adresine taşınmış. 1970’lerde de yine Karaköy’de Katlı Otopark altındaki dükkânlardan biri kiralanmış.


1990 yılında, müessese şirketleşerek “Güllüoğlu Gıda San. ve Tic. A.Ş.” ticarî unvanını almış. Ama, yine “Karaköy Güllüoğlu” diye bilinip “Güllüoğlu” adını taşıyan diğer firmalardan ayrı tutuluyor.

1949’da küçücük bir dükkânda faaliyete başlayan Karaköy Güllüoğlu, şimdi Dünya’nın ilk baklava fabrikasına sahip. Yine Karaköy’de Mumhane Caddesi No: 171 adresindeki fabrikada günde yaklaşık 2.5 ton baklava üretilebiliyor.


Karaköy Güllüoğlu’nun Katlı Otopark altında ve fabrikanın zemin katındaki iki mağazasından başka satış yeri yok. Ağzının tadını bilenler, İstanbul’un her tarafından baklava yemek için Karaköy’e geliyorlar. Müşteriler arasında Karaköy Güllüoğlu’nun müdavimleri çok. Yarım asırdır Karaköy Güllüoğlu lezzetinden vazgeçmeyenler bile var.


Yıllanmış müşteriler, Katlı Otopark altındaki mağazada aşina simalar ile karşılaşıyorlar. Tezgâhta birer İstanbul beyefendisi olan Muhsin bey ve Hasan Bey; kasada ise müessesenin temel direği Mustafa Güllü...


Mustafa Usta, ilerlemiş yaşına rağmen, her gün hiç aksatmadan mağazaya geliyor; ikindiye kadar kasada oturuyor. Ama, sadece akçalı işler ile meşgul değil. Müessesenin sevk ve idaresine nezaret ediyor; baklavalarda kullanılacak unu, yağı, fıstığı, cevizi bizzat seçiyor.

Hacı Mustafa Güllü’nün beş oğlundan dördü baba mesleğini sürdürüyor. En büyük oğlu Nejat Güllü 1983’de müesseseden ayrılıp Kadıköy’de ayrı bir imalathane kurmuş. Bir başka oğlu Faruk Güllü 1993’de ayrılıp Bakırköy’de imalata başlamış. Nadir ve Ömer Güllü kardeşler, Karaköy’deki müessesede babalarının yanında kalmışlar.


Nadir Güllü, çocukluğundan beri fabrika çapında bir imalathane hayâl edermiş. İşin başına geçince, bu hayâlini gerçekleştirmek için kolları sıvamış. 1996 yılında Mumhane Caddesi’ndeki baklava fabrikasını kurmuş.


Evet, ticaretin, bankacılığın merkezi olan Karaköy, 1949’dan beri baklavacılığın da merkezi... Karaköy Güllüoğlu, bu semtin hareketli yaşamı içinde farklı bir renk, farklı bir tat... Aynı zamanda semt dokusunun bir parçası da... 1949’dan beri Karaköy’de çok şey tarihe karışmıştı, ama Güllüoğlu baklavaları tarihi görevlini sürdürmekte devam ediyormuş.”


Atölye de baklavanın  ilk safhasından , şerbet dökülme safhasına kadar geçen kısımlarını çekim ve röportajlarla süsleyelerek çekimimizi bitirdik.  

Sonra sunum bölümü olan satış mağazasına geçtik. Şimdi rahmetli olan Nadir Güllü’nün babası Baklavayı İstanbul’a getiren Mustafa Güllü kasa da görevinin başındaydı. Onunla da bir röportaj gerçekleştirdik. Mustafa Güllü tarihçeyi şöyle anlattı. “Mustafa Usta, müessesenin ilk günlerini anlatırken, müşteri bulmak için çektiği sıkıntılardan söz etmeden geçemiyor. O zamanlar İstanbul halkının çoğunluğu baklavayı bilmiyormuş. Bilenler de, hep bir hafta beklemiş, bayat baklava yemiş oldukları için pek beğenmiyorlarmış. Mustafa Usta bu kanaati değiştirmek için çok zahmet çekmiş.

Nadir usta da bize Osmanlı da da baklavaya çok önem verildiği, bu konuda baklava alayları düzenlendiğini bildirdi.  Yurt dışından çok müşteri geldiğini ve yurtdışına çok baklava tepsisi gönderildiğini belirtti. Baklava yeme adabı diye de bir şeyden bahsetti. Baklava önce damağa değdirilecek, 10 kere çiğnenerek döndürülüp sonra mideye indirilecekmiş ki…. Tadı anlaşılsın.

Bizde öyle yaptık ve Nadir ustanın el ustalığı gibi misafirperverliği de çok ustalıklı olduğu için bizleri çok güzel bir ağırlamayla yolcu etti. Kendisinin çok iyi niyetli, hoş sohbet, eli ve gönlü açık, mesleğini seven ve de çok güzel pazarlayan biri olduğuna şahit oldum.

Ben de yazımı bu güzel lezzete yakışır sözlerle bitiriyorum.

Acı sadece biberde kalsın,
Ömrümüz tatlı geçsin baklava tadında.
Gaziantep’ten çıkıp gelen bu tatlıyı;
Tadıyla yemek isterseniz,  İstanbul’da gidin Güllüoğlu’na

Antep’e giderseniz de uğrayın bir İmam Çağdaş’a .. 

GÜZEL BİR DE BAKLAVA ŞİİRİ SİZE.. SÖZ TATLI OLUNCA HIZIMI ALAMADIM.
Gaziantepli Rakkuş Bacı’dan baklavaya şiir 

(Antep sofrası şiirinden baklavaya dair bölümdür.)


Yemek faslı son buldu tatlılara gelelim


Başta baklava gelir saygıyla eğildim


Haşmetle azametle gelir konur sofraya

İlik ilik yuvarla bir daha getirdim



Ye sana neşe verir hayat verir


Diş damak uğraşmadan ağızda kendi erir


Cevizlisi fıstıklısı kaymaklısından beğen

Yanına getirseler ölü insan dirilir.



ANNELİK ÜZERİNE OKUDUĞUM GÜZEL SÖZLER,

“Çocukların kulaklarına pahalı küpeler almak annelik değildir. Annelik, çocukların kulağına küpe olacak bilgiler vermektir.

Çocuklara pahalı ayakkabı almak babalık, sinemaya götürmek annelik değildir. Babalık ve Annelik hayat yolunda doğru yerlere doğru adımlar atacak bilinçte çocuklar yetiştirmektir.

Çocuklara pahalı kıyafetler giydirmek babalık değildir. Babalık, kıyafetlerini paylaşmayı öğretebilmektir.

Yoğurmak bilgi ve sabır ister.

Anne-babalık; çok fazla sorumluluk isteyen, geri dönüşü olmayan, birçok bilgi ve beceri edinmeyi ve sosyal anlamda birçok fedakârlık yapmayı gerektiren bir roldür.”

31 Mayıs 2013 Cuma

BURUN SIZLAMASI, GÖZ DALMASI, VÜCUDUMUZUN KADERLE İLGİLİ SİNYALLERİ MİYDİ?


Zaman zaman vücudumun verdiği sinyalleri bir şeylere yorardım..



* Kulağım çınlar, ay biri beni anıyor derdim.

* Avucum kaşınır. Sağ sağlığa, sol varlığa diye başıma sürerdim.

*Gözüm dalar, “off çok misafir gelecek” derdim. 

* İçimizde bir sıkıntı olur “öff kötü bir şey olacak sanki” diye bütün günümüzü zehir ederdim..

*Yürümekten yorulurum, ayaklarıma kara sular indi derim.

O kara su nedir bilmem ama ağız alışkanlığıyla bunları söylerdim.

Hepsinin bir anlamı var aslında belki de. Ama benim vücut dilim biraz şaşırdı bu günlerde. Bu söylenenlerin aksine çalışıyor.

Gerçek vücut dilimi çözdüm. Bugün burada benim vücut dilimle olan gerçekleri bir tecrübe sonunda aktaracağım.

Her zaman içimde sıkıntı olur, bugün kötü bir şey olacak diye hayıflanırdım ya.. Babamı kaybettiğim gün hiç de içimde bir sıkıntı yoktu. Gayet ılımlı bir gündü. Keyifle de kalkmıştım. Ama kötü bir şey olmuştu işte. Demek ki benim vücut dilimde iç sıkıntısı her zaman kötüye yorulmazmış. İçin rahat olduğu zaman da da olacak kötü şey olurmuş.



Burun sızlaması, babamın ölümüyle en çok yaşadığım şey oldu ve o günlerde burun sızlamasını ne de çok hissettim.

Özlem, acıma ve bir daha göremeyeceğini bilme duygusuyla en çok vücudum bu duyguyu yaşadı. Devamlı burnumun direği sızladı. Burun sızlaması buymuş meğer, ne sevgiliye duyulan özlem, ne hüzünlü bir şarkıymış, babamı düşündüğümde burnuma gelen tuhaf bir duyguyla gözlerimin yaşarması, içimin burkulmasıymış.

Gözümün dalması ise, her zaman benim için bir misafirin gelmesine işaretti. Gerçekten de gelirdi. Bunu doğru söylerdi her zaman vücudum.

Tüylerim diken diken olurdu korkulu bir şey yaşadığımda veya acıklı bir olayı dinlediğimde. Bunu da vücudum da yaşıyordum. Beynim mi istediği zaman hüküm veriyor, yoksa ben mi öyle hissediyordum.

Kulaklarım çınladığı zaman beni anıyorlar derdim ya, kime sorsam beni kimse anmazdı. Aslında kulaktaki bir rahatsızlıkmış. Gözüm seyirir hep korkardım. Kötü bir şey olacak diye. Magnezyum eksikliği ve göz yorgunluğuymuş. Ama seyirdi mi deneyince oluyor derler diye hep iyi düşünürdüm.

Mesela aşık olunca kızlar, karnına ağrı girer, kalbi pır pır atar. Bunu kime sorsak oluyor der. Bende pır pır atma hep korkudan olmuştur.

Ağzımın suyu aktı lafı doğru ama. Güzel bir yemekten bahsederken ağzım sulanır, limonu keserken ağzım sulanır. Vücudum tepkilerini böyle güzel kor işte.

Gözyaşı da bir tepkidir vücudun ve bende bol miktarda vardır. Sinirlenir ağlarım, üzülür ağlarım, sevinir ağlarım. Vücudum yapma, etme, ağlama derim. Ama sulugöz Tahireyimdir mahallenin.

Bilimsel açıklaması vicdanlısın da ondan için kaldırmıyor derler. Ben de zaman zaman içime kızarım. Şöyle asil metanetli dur, başkalarının yanında zayıflık göstergesi sayılan gözyaşlarına hakim ol.

Ama benim vücudumda iki yer vardır ki. Söz geçiremiyorum onlara.

Biri mide, biri göz.

Bu iki organımıza daha az söz geçirirsiniz. Kalbinize engel olamazsınız derler. Koca bir yalan . Engel olmasanız da kimsecikler görmek.

Ama göz öyle mi.. Şıp diye akıtıverir gözyaşlarını. Herkesler görüverir üzüntülü olduğunu, Ya mide. Açlıktan bir guruldadı mı?.. Yanında biri otururken duydu mu? Ne kadar tokum, yok aslında yemem filan deseniz de başkaları sizin aç olduğunuz anlayıverir.

Ama bunların hepsini yaşamamız bizim beden duygusallığımızla ilgilidir aslında. Beyin mi hüküm verir hepsine, Yoksa vücudumuzun organları tek başlarına buyruk mudur?

Bilinmez ama yaşadıklarımızın vücudun hareketleriyle değil kaderiyle ilgilidir aslında. Olacaklar, vücudunuzun verdiği tepkiyle değil, kaderinizde varsa yaşanacaktır,


Tıpkı bu yazıyı kaderinizde okumak varsa okuyacağınız ve belki de yorumda bulunacağınız gibi... Kimbilir….

8 Mayıs 2013 Çarşamba

HAYATIMA YÖN VEREN SÖZLER, ESKİDEN ATASÖZÜ, ŞİMDİLERDE BENİM SÖZÜM.



Hayatın içinden geçip giderken yaşanan olaylar, geçmişteki büyüklerimizin sözleriyle özleşleşir. Biz bunlara ATASÖZÜ deriz. İşte bu sözler zaman zaman hayatımıza yol gösterir, bir olay karşısında sözler aklımıza gelir.
Özellikle hani senin bir sözün vardı diye başlar arkadaşlarım laflarına. Onlar benim sözüm değil, hayatıma yön veren atalarımın sözleridir.

Şu günlerde FACEBOOK ve TWİTTER dünyası özlü sözlerle kaynıyor. Ama yıllardır benim lügatımda olup, günlük hayatımda yaşadığım olaylara uyguladığım sözler işte burada.

Mesela birini ısrarla çağırırsın, çağırırsın gelmez, bir kere unutursun küser ya. Buna uygun şu sözüm vardır.
“ÇAĞIRSA DA GİTMESEK, ÇAĞIRMASA DA KÜSSEK”

Ayrıca, sen bu işle niye uğraşıyorsun, bırak başkaları yapsın diyenlere de şu sözüm meşhurdur.
“İŞÇİSİ OLMADAN, USTASI OLAMAZSINIZ”

Bazen de çok eğilen, bükülen insanlara bakıp şu söz geçer aklımdan.
“NOKTA KADAR MENFAATE, VİRGÜL KADAR EĞİLİYORLAR” diye düşünmeden edemem.

Birgün işyerinde bir memur biraz eserekliydi tabiri caizse. Müdürümüze tokat attı. Müdür o delidir bir şey yapmayayım dedi. Hemen aklıma şu söz geldi.
"AKILLI OLUP DÜNYANIN KAHRINI ÇEKECEĞİNE, DELİ OL DÜNYA SENİN KAHRINI ÇEKSİN"
Çünkü o tokadı biz atsaydık kii asla böyle bir şey yapmayız.. Şimdi hakkımızda açılan soruşturmalar haddi hesabı olmazdı. Ama öyle de olmak istemezdik, ama bu olaya gülmeden de geçemedik. 

Hayatta 3 şeyi unutmayın derim.
“KÖTÜ DURUMUNUZDA YARDIM EDENİ, KÖTÜ DURUMUNUZDA SİZİ BIRAKANI, SİZİ O KÖTÜ DURUMA SOKANI”

Bir şeyi uydurarak söyleyeceksem.
“AMAN TAKMAYIN. AT KAFADAN BİLGİ YARIŞMASI”

Olaylar karşısında ürkeğimdir. Kavgadan kaçarım. Hele Edepsizden korkarım. Ve susarım.
İşte o zaman derim ki;
“EDEPLİ EDEBİNDEN SUSAR, EDEPSİZ BEN SUSTURDUM ZANNEDER”

Çünkü terbiyesiz insana vereceğiniz en güzel cevap, bozulmayan efendiliğimizdir. Buna her ne kadar pasif, basiretsiz, sustu kaldı gibi laflar atılsa da ben aynı zamanda şu sözü de kullanırım.

HAKSIZKEN KONUŞMAK DEĞİL, ÖZELLİKLE HAKLIYKEN SUSABİLMEK ÖNEMLİDİR”
Çünkü ön yargı ve sabit düşünceye bazen değiştiremeyiz.
HAK DEDİĞİN HAKKARİ’DEN ALINIR.
Desem deeee olaylar, insanlar ve yaşananlar bazen bu sözlerin tersinde de gelişebilir. Onun için öfkelenecekseniz bir kere düşünün. Sinirle kalkmayın. Öfkeyle oturmayın.

AYRICA MEVLANANIN SÖZLERİNİN DE HAYATIMDA YERİ ÇOKTUR. İŞTE BUNLARDAN BİRİ..

“KÖR CEHALET ÇİRKİNLEŞTİRİR İNSANLARI
SUSKUNLUĞUM ASALETİMDENDİR.
HER LAFA VERİLECEK BİR CEVABIM VARDIR ELBET.
LAKİN BİR LAFA BAKARIM, LAF MI DİYE...
BİR DE SÖYLEYENE BAKARIM, ADAM MI DİYE”

Haluk DURSUN hocamızın kitabında ki güzel söze de konuşmalarımda yer veririm.

“ELE GEÇMEZSE EĞER SEVDİĞİMİZ
ÇARE NE ELDEKİNİ SEVMELİYİZ”

Yazımı tüm bu atasözlerini bir kenara koymanın, artık bizlerinde birşey üretmesinin önemli olduğunu  en güzel anlatan MEVLANA dörtlüğüyle bitiriyorum.
Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti, cancağızım,
ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.



3 Mayıs 2013 Cuma

FARKINDA MIYIZ ACABA...


FARKINDA OLMALI İNSAN !!!

Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı.
Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen...

Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını;
Fark etmeli..!

Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını..
Ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını.
Fark etmeli..!

Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu..
Fark etmeli..!


Henüz bebekken 'dünya..! Benim..!' dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu..
Ölürken de aynı avuçların 'her şeyi bırakıp gidiyorum işte!' dercesine apaçık kaldığını;
Fark etmeli..!

Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.
Baskın yeteneğini ; Fark etmeli..!


Sonra;
Azraillin her an sürpriz yapabileceğini..
Nasıl yaşarsa öyle öleceğini.
Fark etmeli insan..!


Ve ölmeden evvel ölebilmeli.
Gülün hemen dibindeki dikeni..
Dikenin hemen yanı başındaki gülü;
Fark etmeli..!
Eşine 'seni çok seviyorum..!' demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü ; Fark etmeli..!
Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini.
Ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu.
Fark etmeli..!


Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini;
Fark etmeli.!.
FARK ETMELİ..!


Ömür dediğin üç gündür;
Dün geldi geçti yarın meçhuldür..
O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür...!

16 Mart 2013 Cumartesi

ANLAŞABİLMEK



AŞAĞIDAKİ YAZI AJANS ANAMUR'DAN ALINMIŞ BİR YAZIDIR. YAZININ İÇERİLİĞİNDE BENİM YAZILARIMDAN BİR BÖLÜM KULLANMIŞLAR VE DE YAZININ KİMDEN ALINDIĞINI BİLDİRMİŞLER. AJANS ANAMURA TEŞEKKÜR EDİYORUM. EMEĞE SAYGI AÇISINDAN.  YAZARI MUHAMMED APAYDIN'A 
İŞTE O YAZI... 

"Hayatım boyunca bir hindistancevizinin içinde yaşadım. Sonunda o hindistancevizinin içinde öldüm. Birkaç yıl sonra cevizimi buldular, kabuğu kırıp açtılar ve beni içerde küçülmüş, büzülmüş durumda buldular. 'Ne utanç verici!' dediler. 'Onu daha önce bulsaydık belki kurtarabilirdik!' Onun gibi içerde kapalı kalmış başkaları da vardır, belki..."

- Aaa, sanki beni anlatıyor! dedi liseye giden genç.

Bu ifade, "ergenlik" hatta "gençlik" çağındaki birçok gencimizin ruh hâlini gösteriyor desek yanılmış olmayız sanırım. Çünkü geçmişte olduğu kadar olmasa da günümüzde de birçok gencimiz, kendisinin tam ve doğru olarak anlaşılmadığını öne sürmekte; okulunun, ailesinin ve çevresinin gerekli anlayışı göstermediğinden yakınmaktadır.

Eğitim bilimciler, eğitimin çocuğa saygı ile başladığını belirterek onun gözlemleyebildiğimiz fizikî gelişimi yanında bir ruh yönünün de bulunduğunu, bunun da iyi incelenmesi gerektiğini, onun ilgi ve yeteneklerinin iyi tespit edilerek bu yönde gelişiminin sağlanması gerektiğini savunurlar. Bu da çok kolay bir iş olmasa gerektir. Çünkü 21. yüzyılda bile bilim adamları, insan denen "meçhul"ü tam olarak çözebilmiş değillerdir. Ben, Yunus Emre'nin:

İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır
dörtlüğündeki "kendini bilmek" ifadesini, biraz da bu anlamda yorumluyorum. Yani insanın ilk önce kendini tanıması, bilmesi, ifade edebilmesi, daha sonra başka ilimleri tahsil etmesi gerekliliğidir. Kendimizi tam olarak bilip tanımadan yapacağımız bir tahsilin boşa gideceği bir gerçektir.

X X X

Birini suçlarken ....
Ailesinin ve çevresinin kendisini tam olarak anlayamadığını iddia eden genç ne kadar haklıdır? Bu konunun iyi incelenip ortaya konması gerekir. Gerçekten çocuklarımız haklı mıdır, yoksa "uçuk" heves ve arzular peşinde koşan, her an bir suç işlemeye hazır varlıklar mıdır?

Bu konuda da uzmanların görüşüne başvurmak gerekir düşüncesindeyim:

-İşaret parmağınla birini suçlarken diğer üç parmağın size dönük olduğunu unutmayın!

"Bu sözü duyduktan sonra artık işaret parmağımla kimseleri suçlayamaz oldum. Çünkü karşı taraf suçlu ise bunda bizim de o kadar payımız olabilirmiş ve onun kadar suçlu imişiz. O günden beri ellerimi nasıl koyacağımı şaşırır oldum. Haklıysam ve işaret parmağımı uzatırsam, ya diğer parmaklar beni gösterirse... Her zaman haklı olan biz olup karşı tarafın da hep suçlu olduğunu düşünürsek...

Acaba suçluluk psikolojisiyle karşı tarafa nasıl renk veririz? Suçluysak, yalan söylüyorsak pinokyo gibi burnumuz mu uzar yoksa ... Yok, hiçbir zaman biz suçlu olmayız, her zaman haklı mıyız? Yoksa hak verilmez, alınır mı?

Suçluluk psikolojisi her zaman, herkesin yaşayabileceği bir durum mudur? Duygu Ilgaz'ın şiirinde olduğu gibi:
Suç, sebebini verendedir
Suç, gerçeklerden kaçıştır
Suç, sahibine, günahı da onun boynunadır
Suç, intikamdır
Suç, insan olmaktır....

Benim için ise de en önemlisi "Suç, farkına varıldığında özür dilemek, devamını getirmemektir." Daha da önemlisi suçlu çocuklar yetiştirmemektir. Çocukların suçu işleme sebeplerini öğrenmektir. Şiddete, suça meyilli kişiliklerin oluşma sebeplerini iyi belirlemeli, çözüm yollarını topluma sunabilmeliyiz. Temelde ahlâkî eğitim alabilen, aile birliği içerisinde, paylaşımcı ve sevgiyle yetişen çocuklar ilk hedefimiz olmalı.

Televizyon ve internetten tutun da arkadaş seçimine kadar her konuda çocuklarımızın takipçisi olabilmemiz, suçlu çocuklar değil de "hayırlı evlât" yetiştirmemizi sağlar. Bu seçiciliği toplum olarak uygulayabildiğimiz takdirde şiddet dolayısıyla suç oranları azalacaktır. Yoksa her zaman üç parmağımız bizi gösterecektir." (Uz. Serpil Gül Paçal)
İşte o zaman, belki, hindistancevizinin içinde kimse kalmaz, diyorum.

TEŞEKKÜRLER AJANS ANAMUR'A BU GÜZEL YAZININ PAYLAŞIMI İÇİN.

29 Ocak 2013 Salı

MADDİYATLA ÖLÇÜLMEYEN AŞK


BU YAZI GERÇEK BİR ÖYKÜDÜR. 



50 YAŞINDA EVLENEN TEYZEMİN 

GERÇEK DUYGULARIDIR.


Aşkın; insan yaşamına, sadece 18-25 yaş arasında yerleştiğini sanırdım bu güne değin. Ta ki; pembe tayyör, tüllü şapka ve hoş bir makyajla 65 yaşında ihtiyar delikanlının kollarında. nikah salonuna giren 50 yaşındaki teyzemin hikayesini dinleyene kadar. 

50 yaşına kadar tek yaşamış olan bir kişinin aşkının da, iki kişinin arasında geçmesine rağmen, sadece kendi kendine tek başına yaşadığını, eşinin ölümünden sonra gerçeklerle karşılaşmasını, onun ağzından dinledim. Eşinin ölümünden bir ay sonraydı karşılaşmam. Nikahtaki o hoş halinden eser kalmamış, bu güne kadar "yaşını göstermiyorsun, genç kız gibisin" diye takıldığımız teyzemin, yaşından 10 kat daha yaşlı gösterdiğine şahit oldum. Başladı anlatmaya...

50 yaşındaydım. Zaman akıp gittikçe beyaz gelinlik hayallerim, yerini yavaş yavaş pembe tayyöre bırakmıştı. Kardeşlerimin evlenmesi, beni iyice yanlızlığa itmişti. Onlar da bir aile olmuştu. Beni her yere çanta gibi götürmeleri artık beni rahatsız ediyordu. Aileleri belki benden sıkılabilirlerdi... Onları da anlayarak evlenme fikrine sıcak bakmaya başladım. 

Evlenmek için evlenmem diyordum, ama artık bu sözlerimi tutmayacaktım. Gurur ve mağrur görüşüme rağmen; mantık evliliğinden oldum olası hoşlanmamıştım. Evlilikte insanın birbirine ısınmasını ve aşık olarak evlenmesini, yüreğinin pır pır etmesini istemiştim bu güne kadar.


Ama bu duygularımı kalbimin bir köşesine koyup, bana sunulan ilk evlilik teklifini kabul etmeye karar verdim. 65 yaşında bir bey hiç evlenmemiş bir bayan arıyordu, hemen kabul ettim. 50 yaşında olmama rağmen genç görünüyordum. 65 yaşında nasıl biri diye düşünmedim bile. İşte her zaman hayalini kurduğum, beni istemeye geldiğinde kalbim pır pır edeceğini hayal ettiğim görücü koltuğunda, 50 yaşımda, kardeşlerim ve yeğenlerimin yönlendirmesiyle zoraki oturmuş bir kadındım. 



İşte ilk görüşte aşk bu olsa idi. Kapı açıldı ve 65 yaşında olmasına rağmen çok genç görünen, benim hayalimde canlandırdığım uzun boylu, hoş bir kişi içeriye girdi. Genç bir delikanlı havası ve kendinden emin bir tavırla, muzip bir eda ile,



“Eee gençler..” dedi. “Yeni hayat arkadaşım, tam karşımdaki koltuğa otursun da birbirimizi daha görelim değil mi? Ya siz, tam karşıma oturmak istemez misiniz? Yan taraftan birbirimizi göremeyiz. Karşımda olsanız da, beni daha iyi süzseniz” dedi. 


İşte “tılsım bu” dedim. Kalbim pır pır atmaya başladı. Aşk mı heyecan mı, yoksa herhangi biri olsaydı, yine bunu mu hissedecektim. Tarif edemediğim duyguyla, 20 yaşındaki genç kızlık hayallerime dönüverdim. Aşık oldum. Hani derler ya; öksürük ve aşk gizlenmez. Kimselerden duygularımı gizleyemedim. O gururlu mağrur havam gitmiş, cıvıl cıvıl bir yaşlı oluvermiştim. 

Hemen döndüm. Tavrımdan hiç birşey kaybetmeden konuya girdim. “Eşiniz neden öldü” dedim ciddi bir tavırla. Ama içimden “olsun ne önemi vardı” diyordum.. “Belki bulaşıcı bir hastalıktandır. Lütfen evi dezenfekte ettiriniz. Madem böyle bir evliliğe karar verdiniz. Bazı isteklerimin de önemi olacağını sanıyorum. Yoksa ben o evde oturmam” dedim. 

Hayatımı birleştireceğim kişi, gözlerime öyle bir bakıyordu. Elimde olmadan kızarıyordum. 

-“Hay hay!! Siz her konuda bu kadar ciddi misiniz? Ben evlenelim dediysem, iş ortaklığı gibi hemen evlenelim demedim. Duygularınız da benim için çok önemli” dedi. 

Sonra herşey göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Gerçekten onu çok seviyordum. Hayal ettiğim pempe tayyörümle, içim pır pır ederek evlendim. 



İlk evliliğinden olan bir kızı vardı. Ne kızı, ne de eski eşiyle olan anılar beni hiç ilgilendirmiyordu. Herşey güllük gülistanlık gidiyordu. Aniden bir felç durumu geçirdim. 1 hafta hastaneye yatırıldım. Eşim 1 hafta boyunca sabahları 3-4 saat ortadan kayboluyordu. Nerdesin dediğimde ise; düşünceli bir şekilde "yok bir şey" diyordu. 



Hastaneden çıktım. 1 haftada onu nasıl da özlemiştim. Fizik tedavileriyle üzerimde bulunan felç durumunu atlattım. Gençler gibi elele geziyorduk. 


Bir sabah kalktığımızda eşim fenalaştı. Ve oracıkta ölüverdi. Yıkılmıştım. 

Cenazeye gelen kalabalıklar, hem bana taziyelerde bulunuyor. Hem de yanıma yaklaşarak bilmediğim bir nedenle,

“Sana bunu yapmayacaktı” diye konuşmalar oluyordu. Ne olduğunu anlamadım. O arada kızı gelerek, elime kağıtlar tutuşturdu.

“Babam siz hastanedeyken bütün malları benim üzerime yaptı. Ancak bu evin ne olduğu henüz kesinleşmedi. Mahkeme kararı ile belli olacakmış” dedi. 




Ben onların gözünde ve çok sevdiğim eşimin gözünde malı üzerine geçirecek bir ikinci kadın rolünde oluvermiştim. Bana hiçbir şey söylemeden, hastalığımda demek ki bu işlerle uğraşmış ve bana açıklamak gereğini bile duymamıştı.



Oysa ben, 50 yaşında bulduğum mutluluğun ve beraber geçirdiğimiz bu evin hatıralarının peşindeydim. 


Kızımıza döndüm; "kızımıza" diyorum, çünkü onun bir parçası görüyordum.

-“Bak kızım, ben ölümden sonra ev peşinde koşacak değilim. Benim merak ettiğim baban benim duygularımı çok iyi biliyordu. Niye böyle bir konuma beni soktu “ dedim. 

- "Demek ki sizinle herşeyi paylaşmayı uygun görmemiş. Bakın evi bile açıkta bırakmış. Sizin üzerinize yapmamış"dedi. İşte acı gerçek buydu. Ben tek başıma aşkı yaşamışım. Eşimin gözünde mal bekleyen sadece ikinci eşmişim. Ben hastanedeyken öleceğimi düşünüp, benim yakınlarım alır düşüncesiyle malları kızının üstüne yapmış. Ve beni mal hırsı olan bir kadın konumuna düşürmüştü. Bunu yapmak en doğal hakkıydı. Benim duygularımı bilmesine rağmen, ikinci eşlerin sadece para ve ev için evlenmelerinin bana bazen çirkin geliyor dediğimi bilmesine rağmen beni bu duruma sokmuştu. Benim yaram ondandı.. Kime söylesem, belki de bana "Aaa, tabi ki de kızı, onun olacaktı" diye düşünebilirlerdi. 

Bu düşüncelerle evden çıktım. Hemen mahkemeye gittim. Herkes evin kendi üzerime geçmesiyle ilgili işlemler yapacağımı düşünürken, evin tüm haklarını kızımızın üzerine yaptırdım. Tek şartım; ölünceye kadar sadece onunla yaşadığım odada kalmayı teklif ettim. Kızı dahil herkes şaşırdı. Nasıl olmuşta bu evin üzerimde ki haklarını almak istememiştim. Mahkeme bana bu hakkı vermesine rağmen, beni eşim dahil hiç kimse anlamamıştı. Ben maddiyat değil, 50 yaşımda bulduğum aşkımın izlerini arıyordum.

Geçte olsa; tek başıma yaşadığım aşkı, 50 yaşımda bulduğum gibi, genç bir kızın terkediliş duygusunu 60 yaşımda tadıyordum.

Teyzem bunları anlatırken, herkes gibi bizde onun duygularını geç anladığımızı hissettik.

Onu evinde bıraktık, daha doğrusu anılarını paylaştığı odasında....
Aşk gerçekten de şarkılarda olduğu gibi layık olanda kalmalıdır.

İşte; İlhan Şeşen’in “Aşk layık olan da kalmalı” şarkısını her dinlediğimde teyzemi hatırlarım. Şimdi aşağıdaki şiiri okurken, önce  videoyu bir tıklayın ve onun nameleriyle okuyun derim..
Hala okurken duygulanır yüreğim.....


Kimin fikriydi aşkı yürekte saklamak?

Ve kalpleri.... 
kiralık evlere benzetmek..


Kimin işi zordu ayrılıkta..
Veda edenin mi, yoksa bir vedayı evlat edinenin mi?


Kimin yüzüne tükürmeliydi hayat,
Maske takanın mı, yoksa o maskeyi indirenin mi?


Bir kadın kiminle sevişmeliydi,
Kime sarılmalıydı kolları ya da 
kimin koynunda olmalıydı,
Cebi paralının mı,
Yoksa uğrunda paralananın mı?

Kimdi dost..
Geçip giden yıllar mı,
Yoksa pastanın üzerinde söndürülen mumlar mı?


Ve neden eşit dilimlenmezdi acılar,
Gelen davetsiz misafir çoktu,ondan mı?


Kimdi Aşk,
Yanında olan mı terk etmemecesine,
Yoksa kalarak acıtan mı gitmemecesine?

Bir adam,
Bir kadını ölüm onları ayırana kadar mı sevmeliydi,
Yoksa kadın tutku bitince ölümü beklememeli miydi?


Adresler başka, aldatmalar aynı değil miydi?
Saatler ihaneti gösterdiyse
 gecenin geç vakitlerinin günahı neydi?


Severek ayrılma modasını, ilk başlatan kimdi,
Kimin fikriydi sonsuza kadar dost kalmak?


Kimdi aşkını ilk kâğıtlara yazan..
Masumiyeti bir otel odasında bırakan kimdi?


Son gece son sigarayı içmek için 
sevişmek kâfi miydi?
Yoksa kapılar kapanınca ayak seslerini dinleyip 
ağlamak mı marifetti?


Giden kimdi,
Kalan kimindi?


Bu ayrılığı kim icad etti?


Ve geri dönmemeyi gidenlere,
Kimler öğretti?